Hoşgeldiniz sayın ziyaretçimiz. Bugün 19 Mart 2024.
E-Posta : Parola :
 

Sohbet 24


Bir insan için dünyada en büyük mazhariyet, bahtiyarlık, ve mutluluk bir insan-ı kâmilin himmetine mazhar olmaktır. Bu konuda Hz. Gaybî'nin güzel bir sözü vardır:

Nefs-i hevana kul olup padişah oldum deme
Bende ol sultan-ı aşka işte sultanlık budur

Bir insan, aşk sultanının bendesi olmalı; bir insan-ı kâmilin rahle-i irşadında bulunmalıdır. O zaman insan yetişir. Çünkü insanı eğiten muhabbettir. Muhabbet, bir bağ-ı iremdir. O bağın içine girenler, kemale ererler. Âdeta aşılanırlar.İnsanın da kendinin bir üstünün aşısıyla aşılanması lâzımdır. İnsanın üstünde ne var? İnsan-ı kâmil var. İnsan-ı kâmilin aşısı ne ile olur? İnsan-ı kâmilin muhabbetini dinlemekle olur. Anadolu'nun yetiştirdiği bütün büyük insanlar, bu ekolden, bu mezradan yücelmiş insanlardır. Muhabbetullah her işin başıdır. Muhabbetullah Allah sevgisi demektir. Allah'ı nasıl seversiniz? Allah'ın sevdiklerini seversiniz Allah dostlarını seversiniz.

" Hak dostlarını severseniz. Hakk'ı sevmiş olursunuz."

Şimdi bakın! Hz Gaybî'nin okumak istediğim nutkunun içinde bunlar var. Hz. Gaybî sözlerine şöyle başlıyor:

Ey tecellî-i cemâlin talibi
Gel cemâl-i pîre candan talip ol
V'ey tesellî-i visalin râgıbı
Gel cemâl-i pîre candan talip ol

Sâlik-i râha gerekdir aşk-ı Hakk
Merd-i Hakk'a hizmet eyle al sebak
Dîde-yi Hakkbîn ile gel Hakk'a bak
Gel cemâl-i pire candan talip ol

Nûr-ı Hakk'dır görünen nûr-ı cemâl
Anın çün yoktur ana hiç misâl
Budur ancak mazhar-ı külli kemâl
Gel cemâl-i pîre candan talip ol

Hasta-ı aşk olana gelir tabîb
Feyz umar anın çün cümle garîb
Oldurur senden olan sana karîb
Gel cemâle pîre candan tâlib ol

Aşkına düşgil o zâtın rûz u şeb
Keşf ola sırr-ı vücûdun cümle hep
Ayn-ı Rab'dır sanma anı gayr-ı Rab
Gel cemâle pîre candan tâlib ol

Aşkı pîr oldu bu yolda rehnümâ
Anın aşkı olmazsa oldun cüda
Aşk-ı pîrden gayrısıdır mâsivâ
Gel cemâle pîre candan tâlib ol

Gaybîya kim kılsa Hakkanî nazar
Cezbe-i Hakk canına eyler eser
İlmi koyup aynına eyle sefer
Gel cemâl-i pîre candan tâlib ol

O büyük insan, Gaybî Sun'ullah (k.s.), böyle diyor. Bugünkü dille neler demek istediğini, gençlerimize biraz ışık olsun diye açmaya çalışalım:

Ey tecellî-i cemâlin talibi

Allah, cümle mevcudat ve varlığa cemaliyle tecelli etmiştir. Nereye bakarsanız bakın, her şeyde bir güzellik görürsünüz. İbrahim Hakkı Hazretleri, bunu Marifetnamesi'nin Tefrizname kısmında şöyle ifade etmiştir: "Her nesnede ziynet var" Süsü, ziyneti olmayan, güzelliği olmayan yani kendisine Allah'ın cemalinden bir pay düşmeyen hiç bir nesne yoktur. Siz, bana bu dünyada çirkin bir şey gösterir misiniz? En korkunç bir yılanı düşünün. Bir de onun derisinin güzelliğine bakın.

V'ey teselli-i visalin râgıbı

Ey Allah'a kavuşmakta teselli bulmaya rağbet eden kişi! Çünkü başka türlü bir teselli, insan için mümkün değildir. Teselli burada mutluluk, sükûna ve huzura kavuşmak, demek olduğuna göre bunun yolu altındaki satırda ifade edilmiştir:

Gel cemâl-i pîre candan tâlib ol

Burada pirin cemali nedir? Hz. Muhammed (s.a.v.)'in nurudur. Bütün azizan, mürşidan ve erbâb-ı kemal, onun kemaliyle kemallenmiş, onun edebi ile müeddep olmuştur. Onun yolunda ve çizgisi üzerindedir. Hz. Muhammed (s.a.v.), mahzar-ı cemaldir.

Salik-i raha gerekdir aşk-ı Hakk

Bu yolun yolcusu olan mana yolunun salikine, Allah'ın sevgisi lâzım. Aşk-ı hakikî, muhabbetullahtır. Başka? Başka olmaz. Bunun yolu budur. Sevmeden bir yere varamazsınız.

Merd-i Hakk'a hizmet eyle al sebak

Hak ehline, Hak dostuna, insan-ı kâmille, hizmet eyle ve ondan sebak al. Buradaki sebak, bir icazet, bir yetki manasındadır.

Dîde-i Hakkbîn ile gel Hakk'a bak

Sen, o insan-ı kâmile bir güzel gözle, bir gerçeği gören gözle bak ki; onda Hakk'ın nurunu göresin. Onda gördüğün nur, cemal, kemal aslında senin kendi cemâl ve kemalindir. Sen, onu onda görmekle aynada kendini görüyorsun. Onun için kâmillerden birisine sormuşlar:

-Efendim nasılsınız?

O kâmil insan, kendisine soranlara demiş ki:

-Evlâdım, gördüğün gibiyim. Sen, nasıl görüyorsan öyleyim.

-Efendim, biz sizi çok güzel ve mütekâmil görüyoruz.

-O gördüğünüz kemal ve mutluluk sizin kendinizde var, ancak onu benim aynamda görüyorsunuz. O zaman ben, sizi kutluyorum ve tebrik ediyorum demiş.

Nûr-ı Hakk'dır görünen nûr-ı cemâl

Sineğin kanadından tut, bir insana kadar ne görüyorsan bil ki Hakk'ın nurudur. Çölde bile güzellik var. Bu görünen varlık, gerek âlemde gerek âdemde Hakk'ın nurudur. Hakk'ın güzelliğidir. O'nun güzelliğinden başka bir güzellik yoktur. O güzellik, parçalanmış ve bütün eşyaya yayılmıştır. Bu ilâhî adaletin görüntüsüdür. Çünkü O, hiçbir zerreyi kendi güzelliğinin dışında tutmamıştır. Her güzel, O'nun güzelidir. Her güzellik O'ndandır. Allah (c.c.), ne buyuruyor:

"Allah onları sevdi; onlar Allah'ı sevdi."

Eşya, güzelliği Allah'tan almıştır. Eşyadaki güzellik, Allah'ın kendi güzelliğidir. O'nun zati güzelliğidir. Ama güzellik de tafsili ve icmali güzellik olmak üzere kendi arasında ayrılır.

Allah'ın güzelliğinin tam mazharı insan-ı kâmildir. Buradaki güzellik, fizikî güzellik olmakla beraber ahlâk, ruh, düşünce yönünden de güzelliktir. O düşüncenin içindeki güzellikler, saha, vefa, ilim, haya edep, ikram, ihsan, sadakat, samimiyet vs. sayabildiğin kadar güzellik adına ne varsa bunların hepsi Allah'a aittir. Ama o, insan-ı kâmilde zuhur etmiştir. O kâmiller, Allah'ın güzelliklerinin zuhuruna mazhar olmuşlardır.

Anın içün yoktur ana hiç misâl

O'nun güzelliğinin bir benzeri, bir örneği ortada yoktur.
Güzellik iki tane değil ki, bu buna benziyor mu, bu buna örnek olabiliyor mu diye fikir yürütelim. Bir güzel var; ikinci bir güzel yok O, Allah'ın güzelliği. Onun için misâli yoktur. Ayet-i kerimede bu var :

"Onun hiçbir benzeri ve nazîri yoktur. O, işiten ve görendir."
(Şura Suresi, ayet 11)

Peki biz de işitip görüyoruz, dersek. Bizim işitmemiz ve görmemiz, onun işitmesi ve görmesidir. Onun biz de cüz'isi vardır. Küllisi kendindedir. Onun için insan, cüz-i irade ile taltif olunmuştur. İltifata mazhar olmuştur.

"Biz, âdeme ikramda bulunduk." (İsra Suresi Ayet 70)

Bu ikramın sınırı yok. İkramın küçüğü büyüğü olabilir. Aslında hepsi büyüktür. Ama büyüklerin büyüğü ikram, insanın yüksek tefekkür ve idrak gücüne sahip
olmasıdır. Daha ne diyelim. Allah, muhatab olarak kendine insanı seçmiş.

Budur ancak mazhar-ı külli kemâl

İşte kemalât adına ne varsa budur. Onun için insan-ı kâmili tanımak çok zordur. Niye zor, efendim? O da senin gibi birisi. Senin gibi etten kemikten. O da yiyip içiyor, sen de yiyip içiyorsun.

Peygamberan ve evliyaullah. Kuran-ı nâtıktır. Konuşan Kuran'dır. Hz. Mevlâna'nın bu konudaki sözünü hatırlayın :

Kâ'be bünyâdü Halil-i Azerest
Dil nazargâhı celîl ü ekberest

Kâbe'yi Azer'in oğlu İbrahim, inşa etti. Ama nazargâh-ı ilâhî olan gönlümü Celil ü ekber olan Mevlâ inşa etti. Sonunda o koca Mevlâna diyor ki:

Her kim dilerse konuşmak Allah ile
Sohbet eylesin ehlullah ile

Ehlullah Kuran-ı nâtıktır. Onun için kemalât adına küllî ne varsa budur. O halde bu kemale seni ulaştıracak olan: "Gel cemal-i pire candan talip ol". Onu sev. Onu sevmekle Allah'ı seveceksin. Onun şahsında Allah'ın sevgisi tecelli etmiştir. Çünkü Allah onu sevmiştir:

Hz. Peygamber, on dört asır evvel göçmüştür. Ama O'nun tâbi'leri ve vârisleri olan evliyaullah hazaratı, kıyamete kadar devam edecektir. Siz evliyayı sevmekle Hz. Muhammed (s.a.v.)'i sevmiş olursunuz ve dolayısıyla Cenab-ı Hakk'ı sevmiş olursunuz.

Aşkına düşegil o zâtın rûz u şeb

Gece gündüz, o Allah dostunun aşkına kendini kaptır. O sevgi, seni yukarılara çıkaracaktır. Kendinle barıştıracaktır. Seni senle tanıştıracaktır. İçindeki ile tanıştıracaktır.

Bir ben vardır bende benden içeri

diyen Yunus'un içerdeki ben dediği ile dışarıdaki varlığı başka bir deyişle cismanî yapıyla ruhi yapıyı bu sevgi nötr hale getirecektir. İki bire inecektir. Gerçek tevhit esrarına vukufiyet peyda olacaktır. Onun için dinimiz tevhit dinidir.

Keşf ola sırr-ı vücûdun cümle hep

Bütün esrar, bütün ademiyet esrarı, vücut sırları, sana keşf olur. Allah, onları sana bildirir; gösterir. Bunun yolu muhabbetten geçer.

Ayn-ı Rab'dır sanma anı gayr-ı Rab

Bu insan da kim? deme. O Rab'tır. Buradaki Rab, ehl-i zahire göre Allah'ın eğitici yani mürebbi sıfatı olan Rab ismidir. Doksan dokuz isminden biridir. Ne doksan dokuzu? Şu elimdeki tesbih, doksan dokuz. Bu tesbihin her birinin bir tanesi bir esma.

"Er Rahman, er Rahim, el Melik, el Kuddüs"

Bir ismin içinde daha binlerce isim gizlidir. Nitekim turuk-ı âliyye büyükleri şunu söylemişler: "Binbir adlı bir Allah" O da lâf mı? Allah'ın nâmütenahi ismi var. Onun için varlığı, her şeyiyle beraber eğiten ve kemale erdiren

Rabbü'l âlemin. "El hamdülillahi Rabbü'l âlemin" Neyle eğitir? Sıcakla, suyla, güneşle, toprakla rüzgârla vs. eğitir. Öyle. Ancak insan-ı kâmilin eğitimi muhabbetle olur.

"Eğitim nâmütenahî."

Eğitim aracı çok. Ama en güçlü eğitim, insan eğitimidir. En güçlü eğitim, insana yapılan eğitimdir. Neyle yapılır? Bu iş, onu sevmekle olur.

"Çırak ustasını sevmezse sanatkâr olamaz; kalfa olamaz; usta olamaz. Önce ustasını sevmeli."

En iyi öğretmen, ilkokuldan tut üniversitelere kadar öğretim üyelerinin hepsini kastediyorum, talebeye yaklaşabilendir. O talebe, ondan çok faydalanır. Çünkü o, talebeye eğilmiştir; sıcaklığını vermiş ve seviyesine inmiştir. Talebe de onu sevmiştir. O sevgiyi kazanacak hareketler göstermiştir.

İşte azizanın yaptığı budur. Mürşitler, hep yumuşak huylu insanlardan olur. Başta peygamberler ve azizan yumuşak huylu insanlardır. Hz. Mevlâna buyurur ki: "Su gibi yumuşak ol." Sular yumuşaktır ama geçtikleri yerdeki kayaları parçalar ve eritirler.

En güçlü eğitim, yumuşaklıkla yapılan eğitimdir. Hocanın talebeye kendini sevdirmesi lâzım. Neyle sevdirecek? Boyu posuyla mı, kaşı gözüyle mi? Hayır. İnsancıl tavır ve hareketleri, şefkati, sahası, vefası, merhameti, hoşgörüsüyle sevdirecektir. Daha buna, başka güzellikler de eklenebilir.

Buradaki sözün anlamı: Mürşidin eğitici sıfatı, Allah'ın onda görülen sıfatıdır. O, Allah' ın "Rab" sıfatıyla eğitir.

Aşkı pîr oldu bu yolda rehnümâ

Ona olan muhabbetin senin önünü açtı ve sana ışık tuttu; rehber oldu. O halde en büyük rehber sevgidir. Burada Hz. Niyazî'yi de analım:

Enbiyâ ve evliyaya aşk olubdur rehnümâ

Bütün peygamberlere ve evliyaya. Allah aşkı, Allah sevgisi, rehnümâ (ön, öncü) olmuş. Hz. Gaybî de aynı şeyi söyledi O halde bunlar, ittifak halindedir

Anın aşkı olmazsa oldun cüda

Eğer ona olan sevgin, muhabbetin yoksa bu yolun uzağında, dışında kalırsın

Aşk-ı pirden gayrisidir mâsivâ

Burada ne diyor ? Bildin, anladın ki; o insan-ı kâmile muhabbet Hz Muhammed is.a.v.)'e muhabbettir. Aynı zamanda sevginin menbaı olan Allah'a muhabbettir. Öyleyse insan-ı kâmili sevmek, Allah'ı sevmek. Hz. Peygamberi sevmek demektir İnsan-ı kâmili sevmekse bu sevginin dışında ne varsa ona gönüi bağlamamaktır. Bu sevgilerin dışındaki sevgiler ise masivadır.

"Evi seversin, yanar yıkılır. Parayı seversin, hırsız çalar. Servet u samanı seversin iflâs edersin: şeytana uyup kumar oynarsın, bosalıverirsin. Ama bu ilâhî sevgide, yanma: yıkılma; kaybolma: çalma falan olmaz. Onun için bu ilâhî sevginin dışındaki sevgilerin tümü masivadır.''

Bu güzel ifadeleri tekrar okuyorum:

Aşkı pîr oldu bu yolda rehnümâ
Anın aşkı olmazsa oldun cüda
Aşk-ı pirden gayrisidir mâsivâ
Gel cemâl-i pire candan talip ol

Bir sevgi vardır ki: o direk Allah'a giden sevgidir .İşte bu sevgi, sıratı müstakim üzredir. Yine bu sevgi, yüksek maksada ve matlaba ulaşan Allah sevgisidir.
Bir de bunun dışında ikinci bir sevgi vardır ki; eşyadan herhangi bir şeye karşı duyulan muhabbet ve sevgidir. Buna mecazî sevgi ya da masiva diyebiliriz. Burada bir misâl arz edeyim:

Mecnun'un Leyla'yı sevmesi, mecazî sevgidir. Yunus'un ve emsalinin Allah'ı sevmesi ise gerçek sevgidir. Bu bilgilerin dışında konunun açıklığı bakımından şu sözleri eklemeyi de uygun buldum:

Aslında insan, bilerek ya da bilmeyerek neyi severse sevsin bu sevgi, dolaylı olarak sonunda yine gerçek sevgiye ulaşır. Hadis-i şerifte olduğu gibi rivayet edilir ki:

"Mecazî sevgiler, hakiki sevginin köprüsüdür."

"Gökten yağan her yağmur damlası, denizin üstüne düşmez. Karaya düşerse tekrar buharlaşıp yukarıya çıkması; bulut olması, tekrar yağmur olması lâzım. Tâ ki bir dereye, bir çaya ya da bir ırmağa düşünceye kadar. Hatta sonra dere, sonra çay, sonra ırmak, sonra deniz oluncaya kadar."

Mâsivâ aşkının sevdasını gönlümden al.

Masivayı sevmek de senin aşkındır ama onu benim gönlümden al. Çünkü o, çok uzaklardan geçer. Altındaki mısrada diyor ki

Aşkını eyle iki âlemde bana âşinâ

Fatiha Suresi'ndeki "İhtinâ's sırate'l müstakim" ayet-i kerimesi mucibince azmış sapmışların yolundan değil; doğrudan sana varan yoldan götür, diye niyaz eder. "Allah, muhakkak sıratı müstakim üzredir." Kulunu oraya doğru götürüyor. Hangi kulunu? Gerçekten inanmış kulunu.

"İmanın da dereceleri vardır. Avamın, havassın, ehassın imanı."

Burada söz konusu olan iman, gerçek imandır. Hani şu halkın iman-ı kâmil dedikleri imandır. Kâmil imana sahip olan her insan, bütün varlıkta ve eşyada, hatta halkta zerreden kürreye en küçük atomdan insana kadar, Hakk'ı görendir. Azizim Hoca Mustafa Efendi (k.s.)'in bu konudaki:

"Her zerreden görmek oldu hâlis muhlis efkârımız"

ifadesi bunu anlatmak ister.

Halvetiyiz durmayız biz süreriz erkânımız
Hakk yoludur hem yolumuz hem Şa'bân-ı Velidir ulumuz

Ne yoludur? Hak yoludur. Peki, burada Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ismi anlatılmadı, diye birisi soru sormaya kalkarsa ona verilecek cevabımız elbette şöyle olur: Onun yolundan ve sevgisinden başka bir sevgi yoktur. Bütün yollar ona çıkar. Irmakların denize aktığı gibi. Mevlâna'sı da, Yunus'u da, Şaban-ı Veli'si de ona uzanır. Hepsi ona uzanır. Burada Yunus, Mevlâna, Hacı Bayram-ı Velî, Pîr Şaban-ı Veli derken Hz. Muhammed (s.a.v.) ve O'nun kemali kastedilir. Hz. Mevlâna, o büyük insan, şu sözle onu anlatmak istemiştir:

Can taşıdığım sürece Kur'ân-ı Kerim'e bağlıyım
Hazret-i Muhammed'in yolunun toprağıyım

Şems-i Tebrizî Hazretleri'ne olan sevgisi, saygısı ve teslimiyetini gösteren ifadesinde şöyle buyurmuştur:

Tutarak kalbimin üstünde cefakâr elini
Yüzünün nurunu eflâke semâya sererim
Yeryüzünde nereye bassan ayak sultânım
O mübarek yere ben gizlice yüz göz sürerim

Aşka bak! Senin yüzündeki sevgiyi feleklere, asumana taşıdım. O güzellikle oraları donattım. Kalbimin üstünde o cefakâr elini tutarak yüzünün nurunu feleklere, semaya sererim. "Yeryüzünde nereye bassan ayak sultanım" Senin o mübarek ayaklarının bastığı yer, geceleri gizlice öptüğüm yerdir. Eğer gözlerimdeki sürmeyi görüyorlarsa: "Bu sürmeyi nereden aldın," diye soruyorlarsa: "İnsan-ı kâmilin bastığı topraklar, gözümün sürmesidir," derim.

Gaybîya kim kılsa Hakkanî nazar

Burada iki yorum var. Birisi "Ey Gaybî!" anlamına geliyor. Diğeri: "Gaybî'ye kılsa Hakkanî nazar." Fakat daha doğrusu özünde şu vardır: Hz. Gaybî, etrafındakilere, bu sözlere okuyanlara ve bu sohbeti dinleyenlere sesleniyor:

"Ey evlâtlar, ey Hak yolunun yolcuları, ey mana izinden yürüyenler, ey Hak Işıkları, ey Hz. Peygamber İşıkları, ey hakikat yolcuları! Dinleyin. Siz, nazarınızı Gaybî'ye atfedin. Ama bu görüş hakkanî yani hakikat gözlüğü ile olsun."

Cezbe-i Hakk canına eyler eser

İnsan-ı kâmiller ve azizan, genelde gözleri kapalı konuşurlar. Arasıra açarlar ama çok hafif açarlar. Çünkü onların gözlerindeki siyâle-i elektrik, o manevî ihtişam, müridin gönlünde bir titreşim, bir haşyetullah yaratır.
İşte bu rabıtadır. Onu söylüyor. Eğer sen, Hakkanî bir bakışla bakar ve nazar kılarsan ne olur? Bakışları, sizde bir cezbe, bir manevî ihtizaz, ilâhî bir titreşim, bir haşyetullah meydana getirir.Cezbe ile ilgili Peygamber Efendimiz'in bir hadis-i şerifi şöyledir:

"Rahmani cezbeler, titreşimler, yanışlar, çok büyük sevaplara muvazidir. Hatta onlardan da ağırdır. "

Tonlarca sevaptan bu bir titreşim ağırdır. Çünkü cezbede kişinin mahviyeti vardır. Kendini ifnâ-yı vücut etmesi vardır. Oysa sevapta varlık vardır: "Ben, şunu yaptım ve şu sevabı kazandım," demesi var. Ama cezbe benliği mahveden, yakan, Hakk'ı isbat eden bir ilâhî titreşimdir. Allah'ın kuluna bir lütfudur. Onu, dışarıdan bakan anlayamaz. Cezbe, bizim her anımızda mevcuttur.

"Âşıkların gözyaşı, nisan yağmuru gibi siyim siyim yağar. Kendi bile bunun farkına varmaz. O titreşim, bütün hücreleri uyarır. Âdeta o titreşim, vücut iklimine, o milyarlarca hücreye: "Kalkın uyanın!" demektir. Başka bir ifade ile derviş, "Ve'l bâsübâde'l mevti" burada yaşar.
İşte o titreşimler, dervişi ölmeden evvel öldürür. Peygamber Efendimiz'in: "Mutu kable ente mutu hâsebû kable entu hasebû" "Ölmeden evvel ölünüz, hesaba çekilmeden hesabı burada bitiriniz." diye ifade buyurduğu hadis-i şeriflerinde bu mana vardır.

"Derviş, ölmeden evvel ölen kişidir. Hesabı burada bitiren kişidir. Ve'l bâ sübâde'l mevti yani ölümden sonra dirilmeyi burada yaşayandır."

"Maneviyât olma yolu değil: ölme yoludur."

Derviş, ölmeyi bilen insandır. Dervişlik ise olmanın yolu değildir. İlm-i zahir olma yolundadır; ilm-i ledün ölme yolundadır. Yine bir kâmilin Yunus'un olsa gerek şöyle güzel bir sözü vardır:

Ölmekliği tercih et öldürmez seni Hakk

Gerçek hayat, ölümün içinde saklıdır. Hadis-i şerifte, Peygamber-i zişan aleyhi ekmelü't tahâya Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyururlar:

"İnsanlar uykudadırlar; öldükleri zaman uyanırlar."

İşte öldükleri zaman uyanmayı, ölmeden evvel ölmekle yani "Mutû" sırrıyla burada yaşarlar. Onun için dervişin "Ve'l bâ sübâde'l mevti" buradadır.

"Ashâb-ı kehfi sadece Tarsus'ta söylenen mağarada aramamak lâzım. Sokaklar, ashâb-ı kehf dolu."

Gerçek Allah dostları, ashab-ı kehf gibi yaşarlar. Ashab-ı kehf üç yüz küsur sene mağarada uyudu. Uyudu ama ölmedi. Allah, onları uyuttu. Üç yüz küsur sene hiçbir şey yemediler. Allah, onları yaşattı.. Kadir-i mutlak...

Sokaklarda, dünyada olup bitenle meşgul olmayan, günlük aktüel konularla akşamı sabahı etmeyen, Ashab-ı Kehf gibi gönlünü, özünü, sözünü Hakk'a dikmiş, Hak'la meşgul olmuş, dünya umur ve vüs'âtını kapatmış olan Ashab-ı Kehfler vardır. İşte derviş budur. Yaşayan ölüdür.

Bir başka örnek daha vereyim: Mezara gömülen bir cenazenin işi bitmiş, dünyadan elini eteğini çekmiş; ruhu çıkmış ve bedeni kabire girmiştir. Bu kabirdeki bedenin dünyadaki olup bitenden haberi olur mu? Hayır. Burada gerçek dervişten söz ediyorum. Öyle köşe başında sakalla cübbeyle bu işin edebiyatını yapanlardan söz etmiyorum. Onlar, sadece laf ebesidir. Dervişin, kâmilin nişanı da yoktur. Onların nişanı nişânsızlıktır. İşte Ashâb-ı Kehf onlardır.

Onlar, "Ashâb-ı Kehf" gibi yaşayan ya da toprağa gömülmüş ceset gibi dünyada olup biteni bilmeyen bir zevkin, bir-mana coşkusunun içine giren Hak dostlarıdır. Peki, bunlar insanlarla oturup kalkmazlar mı, insanların içine girip alıp satmazlar mı, insanlarla haşır neşir olmazlar mı? Olurlar ama bunlar, onların gönüllerine yapışmaz. Bunlar ve her şey dışarıda kalır.

"Bir insan var ki; tebeşirle tahtaya yazıyor. Bir başka insan var ki: o yağlı boya ile yazıyor. Tebeşirle yazdığın yazıyı keçeyle silersin ama yağlı boya ile yazdığın yazı keçe ile çıkmaz."

Ne demek istiyorum? Allah dostlarının dünya işleriyle meşgul olmaları kayda geçmez. Onların gönüllerinde bir ağırlık teşkil etmez. Onların gönülleri, daima berraktır. Hiç bir hâdisat onların gönüllerini bulandırmaz. Çünkü gönülleri, masivadan arınmış durunmuştur. Gönüllerinde bir sevgili vardır. O da dünya işleri değildir. Ancak onlar, dünya işlerine lâzım gelen ihtimamı gösterirler. Çalışmaya ciddiyet ve önem verirler. Hakka hukuka fevkalâde riâyet ederler. İnsanlık hizmetinden başka bir şey düşünmezler. Ancak bunların hepsi, onlar için tebeşirle yazı yazmaya benzer.

Hz. Gaybî'nin bir sözü ile bu konuyu bitirelim:

Mü'min kalbi berrak durur
Mesken eden Hakk durur

Allah dostlarının gönülleri berraktır. Dünyadan ve dünya işlerinden el ve eteklerini çekmişlerdir. Bu el ve etek çekmek, çalışmamak, yememek, içmemek, mal mülk edinmemek anlamında değil; dünya sevgisinin gönüllerinde tutunmaması demektir. Onlar, neyi seveceklerini bilmişlerdir ve dünya onların hizmetçisi, kölesi olmuştur.

İşte Diyojen ile İskender'in hikâyesi budur:

Diyojen İskender'e ayağa .kalkmadı. Hiç istifini bozmadı. Binlerce insan: "İskender geliyor," diye kırılıp geçiyorken o, yerinden kımıldamadı bile.

-Sen ne yapıyorsun, gelenin kim olduğunu bilmiyor musun, diye onu tartakladılar.

İskender:

-Durun, dokunmayın! dedi.

İskender:

-Görmüyor musun, İskender geliyor, diye insanlar yerlere yatıp kalkıyorlar! Sen yoksa İskender'i tanımıyor musun? dedi.

Diyojen:

-Tanıyorum. İyi tanıyorum ve sizi iyi biliyorum, diye cevap verdi.

-O halde söyle kimim, ben?

-Bendemin bendesisin (Esirimin esirisin), dedi.

-İskender'e bu sözü kim söyleyebilir? Ancak Diyojen gibi dört dörtlük bir derviş söyleyebilir. Dervişliğin ne lüzumu var? demeyin. Dervişlik, Âdem Baba mesleğidir. Diyojen de derviş ve kâmildir. Cesurdur; rinddir. İskender'e bunu söyleyebilen tek insan odur. Çünkü İskender, üç kıtaya hükmetmiştir. Ama Diyojen'den duyduğu sözü, bir başkasından duymamıştır.

İskender sarsıldı. Yerinde duramadı ve atından indi.

-Nedir bu? dedi

-Sen, toprak için insan öldürüyorsun. Dünya benim esirim, kölem. Sen de benim köleme köle olmuşsun. Kim kime ayağa kalkacak? dedi ama İskender bunu kabullendi. O da derviş oldu. Sonunda ne dedi?

-Dile benden ne dilersen.

Diyojen:

-Gölge etme başka ihsan istemem, dedi.

İşte geçmişimizde, günümüzde ve geleceğimizde kıyamete kadar bu Diyojenler, bu Mevlânalar, bu Yunuslar ve yüzlerce binlerce emsali olan Hak dostları ve âşıkları, bu toplumun içinde devam edip gidecekler. Onları bilen ve tanıyanlara ne mutlu. Söz ve sohbetlerinden istifâde edenlere ne mutlu.


Allah, onların izinden yani Kuran'ın ve Hz. Muhammed (s.a.v.)'in izinden ki, onlar o izdedirler, bizleri ayırmasın.

Söz İskender'den açılmışken gençlik yıllarımda bir ansiklopediden okuduğum ve çok beğendiğim yaşanmış bir hâdiseyi sizlere nakil etmek istiyorum:

Sekiz sene İskender'in muhafız askerliğini yapan ve bu sekiz sene zarfında hayatta var olan bir tek annesini görmemiş bir anne oğuldan ibaret olan ve nihayet terhis haberiyle derhal eline bir kâğıt, bir kalem alan bir erin hikâyesi.

Hikâyenin başlığı, bir erin annesine yazdığı mektup:

Anneciğim;

Ben, terhis oldum. Sekiz senelik ana-oğul hasreti bitmek üzere. Çok sevinçli ve mutluyum. Sevincimden sana yazdığım mektubun satırları üzerine gözyaşlarım dökülüyor. Eğer mektup, benden evvel sana ulaşırsa belki gözyaşımın ıslaklığı kurumamış olabilir ve sen bu satırları okurken sevinç gözyaşları dökersin. O zaman bu kâğıdın üzerinde ana oğuldan daha önce göz yaşlarımız buluşacak.

Anacığım, sana olan hasretim nihayet bitiyor. Şu anda duyduğum sevinci satırlara sığdıramıyorum. Dünyanın en mutlu insanı benim. Tabii, hayatta bir tek annesi olan bir asker için sekiz sene sonra terhis haberini almak mutlulukların en büyüğüdür. Senin açından da hayatta bir tek varlığı olan evlâdının haberini almak da senin için mutluluktur.

İşte ben, böylesine mutlu insanım ve sen öyle mutlu bir annesin. Ancak sekiz senelik hasretin bitmesinden ve sana kavuşmanın sevinci, seninle kucaklaşmanın mutluluğu yanında benim bir de üzüntüm var, anneciğim.

"Bir asker, sekiz sene hasreti yaşıyor, sonunda kavuşmanın heyecanını ve mutluluğunu tadacak, ancak burada üzüntünün ne yeri var," diye aklından geçebilir. Üzüntüm şudur:

Önce şunu bilmeni isterim ki; sekiz sene önce kucaklaşıp beni askere uğurladığın gün, iki tane bacağım, iki tane kolum ve onardan yirmi tane parmaklarım vardı. Gözlerim görüyor; kulaklarım da işitiyordu. Sen, beni hâlâ öyle hayal ediyorsun, ama hayır! Ben, artık öyle değilim. Bunu, sana bildirmemin sebebi şu: Yarın tekrar kucaklaştığımız zaman beni hayalindeki gibi görmek istediğin için sükût-ı hayale uğramaman. Ben, şimdi kendimi sana bildireyim:

Anacığım; şimdi iki tane kolum; iki tane bacağım ve iki tane gözüm yok. Var olanın da parmakları yok, bilekten kesik. Var olan bacağımın da diz kapağından aşağısı yok. Ben bu durumdayım. Sen kendini hazırla, anneciğim. Hani sekiz sene evvel kapıdan uğurladığın gibi beni düşünürsen ve beni gördüğünde: "Oğlum! Kolun, bacağın, gözün nerede?" deyip feryat koparmayasın diye söylüyorum. Buna rağmen sana kavuşabilmenin heyecanını yaşıyorum, ancak bu sevincin yanında bir de üzüntüm var. Onu da arz edeyim:

Ayağımın birisini falan cephede bıraktım. Gözümü açtığını zaman dudaklarımı ıslatan İskender'di. Yaramı saran İskender'di. Beni bir anne şefkati ile okşayan ve teselli eden İskender'di.

Kolumun birisini falan cephede bıraktım. Gözümü ve diğer uzuvlarımı da cephede bıraktım. Yine aynı şekilde aynı durumları yaşadım ve yaramı saran, beni teselli eden İskender oldu.

İskender, benim ikinci bir anamdı. Bütün ızdıraplarımı almaya çalıştı. Ben, bunları sekiz senede verdim, ancak en sıkıntılı ve ızdıraplı günlerimde İskender'in müşfik elleri, sevgi dolu bakışları ve tebessümleri, beni tedavi eden sözleri mükemmeldi. Onu dinlerken âdeta sen yanı başımda beni sevip okşuyordun.

Böyle bir komutandan ayrılmak kolay mı anacığım. İşte asıl ızdırabım bu.

Anacığım, işte dinledin ya! Bir insana durup dururken Büyük İskender demiyorlar. Her şeye rağmen bir gövdeye bir bacak, bir kol, bir kafaya bir göz yetiyor. Ben. yine mutluyum. Bunları, sen kendini hazırlayasın diye söylüyorum.

Nefes alıp veriyorum ve düşünüyorum. Bu güzellikleri ve şefkatleri tatmış olmanın ve sonunda sana kavuşmanın yüksek heyecanını yaşıyorum.

Analar, İskender-i kebir gibi üç kıtayı fethetmiş büyük bir kumandan, bir derviş doğurmuş. Ancak cihan kumandanı üvanını alamamıştır. Bu ünvan, yine bir Türk anasının yetiştirdiği İstanbul'un fatihi Sultan Mehmet Han'dadır.