Hoşgeldiniz sayın ziyaretçimiz. Bugün 19 Mart 2024.
E-Posta : Parola :
 

Sohbet 23


Bugünkü sohbetimizde Eskişehirli Sadık Efendi Aziz (k.s.)'in nutk-ı şeriflerini okuyarak yorumlamaya çalışalım:

Esti bâd-i muhabbet cûşa geldi bahr-ı zât
Var oldu esma sıfat mevc ile âyan oldu

Balçıktaki tadıma beş erbain adıma
Havvada bünyâdıma tarîk-i kıbâb oldu

Sefıne-i vücûdu saldım tevhîd bahrine
Katreyi mahv eyleyüp bir ulu umman oldum

Bir berzaha düşmüştüm aşk ateşine yetiştim
Nefs-i Nemrut'u yakıp öylece gülistan oldum

Yakubî tenden geçip Yusuf-ı câne yetip
Sırr-ı cânâne erip âleme sultân oldum

Meryem-i kalbten doğup sırf vücûda erüp
Aşk ile bir savt vurup dem ile devrân oldum

Birdim bin birdendim türlü donlar giyindim
Yüz binde bir göründüm giden duran ben oldum

Nûrdurur aslım benim sâdıkla yâdım benim
Bu harabâd deminde bir genc-i nihân oldum

Bu güzel ve zengin ifadeleri, açıklamaya çalışalım. Sadık Efendi Aziz (k.s.), ilk baştaki kelâmında bir muhabbet rüzgârından söz ediyor.

Esti bâd-i muhabbet cûşa geldi bahr-i zât
Var oldu esma sıfat mevc ile âyan oldu

Deniz bizatihi muharrik (hareket halinde) değildir. Onu hareketlendiren bir kuvvet vardır. Ondan söz ediliyor. Nedir o? Rüzgâr. Bâd-ı muhabbet (Muhabbet rüzgârı). Muhabbet rüzgârının esmesiyle denizin üzerinde dalgalar ve köpükler görülür Denizin kendi varlığı, teşbih tarikiyle Allah'ın zatıdır. Sevgi rüzgârının esmesiyle denizin üzerinde oluşan dalgalar, Allah'ın sıfatı, köpükler esmasıdır. Bu neyin şerhidir. Ehl-i tasavvufun çok kullandığı hadis-i kudsinin yorumudur.

"Gizli bir hazineydim. Sevgiyle bilinmekliğimi diledim.''

Sadık Efendi Aziz (k.s.)'in sözlerine şimdi bu açıdan bakalım: Cenab-ı Hak zatiyle mevcut olup ebedî ve ezelî bütün ulûm-ı tünün kendi zatında meknuz (gizli) iken sevgi rüzgârını estirir. O rüzgâr zat yani kendi gönlü. Burada derya ise yaklaşımdır. Sevgi rüzgârı, onun gönlünü coşturuyor. Gönül coşunca, Allah'ın kelimatı o gönülde zuhur ediyor. Gönlünden dile geliyor. Dilde kalıplara giriyor. Harfleri, heceleri, kelimeleri, cümleleri, eserleri meydana getiriyor. Mana cevheri denilen öz varlığı dökülüyor. Bunların oluşumuna sebep olarak da Cenab-ı Hak bu sevgi rüzgârını ortaya koyuyor. Bunun için aslolan sevgidir.

"Bir şeyi severek bir de kerhân ortaya koymak vardır."

Cenab-ı Hak, bu varlığı, evreni, âlemi ve âdemi sevgiyle muhabbetle ortaya koyuyor. Sadık Efendi Aziz (k.s.) de onu anlatıyor: "Bir muhabbet rüzgârı esti; zat ummanı coştu. Bu coşkunluğun neticesinde Allah'ın isimleri ve sıfatlan, dalgalarla görüntülendi."Dalgaların her birine ayrı birer renk, birer isim, birer san ve şöhret koyarsanız; denizin üzeri rengarenk olur. İşte bu âlem...

Sefıne-i vücûdu saldım tevhîd bahrine

Vücut sefine (gemi), deniz tevhit. Tevhit ummanına gemiyi saldım. Burada gemi hem şeriat hem cismanî yapıyı ifade eder. Nasıl ki, gemi deryanın üstünde duruyorsa gemi misâli bu fizikî yapımız da ruh deryasının üzerinde durur. Ruh, bedenden çıkınca beden gemisi karaya oturur yani mezara girer. Burada vücut gemisini, tevhit bahrinin içine koyduğunu söylüyor.

Katreyi mahveyleyip bir ulu umman oldum

Kendi varlığı, vücudu yani fizikî yapısı bir katre. Onu mahveyledim. O katreyi denizin içine döktüm. O katre kayboldu ama deniz olarak var oldu. Denizle bütünleşti.

Bütün ehlullahın yaptığı da budur; turuk-ı âliyye de budur. Bu konuda buna eş değer Hz. Gaybî'nin bir nutku vardır :

Varlığın mahvetmeyen Gaybî mürîd-i nefs olur
Kendisin yok bilmeyenler gelmesin bu meclise

Hz. Gaybî'nin ve Niyazî'nin bu sözleri, Sadık Efendi Aziz (k.s.)'in sözlerinin aynısıdır. Kelime farkları olabilir ama mana aynıdır. Asl olan turuk-ı âliyye. Varlığını mahvetmek. Yine Hz. Gaybî, başka bir nutkunda tasavvufu ifade ederken "Nefy-i vücut" sözünü kullanmıştır. Vücudu yok etmek.

Burada vücudu yok etmek ne demek? Biraz açalım: Varlık, benlik aslında bir vehimdir ve insan onu kendisi üretir. Kendisine ait olmayan bir şeye sahip çıkmaktır. Eğer ortada bir varlık varsa o varlık Allah'ın varlığıdır. Ona ikinci bir sahip çıkmak; ben demek şirk-i hafidir. Bundan kurtulmak da çok zordur. Azizim Hoca Mustafa Efendi (k.s.)bir sohbetlerinde:

-Oğlum, şu toplu iğneyi görüyor musun? dedi. Evet efendim, dedim.

-Şu toplu iğne ile arkadaki dağı delmek mümkündür ama ondan daha zor bir şey var. Kişinin varlığından kurtulmasıdır, diye buyurdu.

Varlıktan kurtulmak sevgi ve muhabbetle olur. Aslında benim dediğimiz, bize ya da bana ait dediğimiz şu fizikî yapı, varlık, gerçekten bizim mi yoksa bizim değil mi? Önce bunun tahlilini etmek ve tehkikini yapmak lâzım. Bir şeyin sahibi miyiz, değil miyiz? İşte mana âleminde himmet-i pirânla ilerleme kaydedince işin sonunda bakarsınız ki; o benim, ben ben dediğiniz .varlığın Hakk'a ait olduğunu yakînen idrak edersiniz. Buradaki yakînenin altını çiziyorum. Çünkü varlığın mahvolması bu demektir Yine bu makamda Yunus'un sözünü zikredelim ki, gerçek iyice ortaya çıksın. Yunus söyle der :

Eğer bu ben ben dediğim gerçek ben isem
Benliğim bana niçin verilmez

O halde benliğim bana verilmiyorsa; tasarruf, mutasarrıf ben değilsem, bu vücudun tasarrufu bana ait değilse, bu ben ben demek ne demek olur?Mutasarrıf Cenab-ı Hak'tır. Mülkünde tasarruf eden Allah'tır. Ondan başka mutasarrıf yoktur. Âlemde ve âdemde tasarruf, tasarruf-ı ilâhî (Allah'ın tasarrufu)'dur. Kul, bu gerçeği idrak edince yüksek bir mahviyet ve tevazu içine girer. Bir fakirliğin içine girer. O fakirlik, Hz. Peygamber'in iftihar ettiği fakirliktir. Hadis-i şeriflerinde buyurduğu gibi:

"Fakirliğimle iftihar ederim."

Sâlikin yani bu yolun yolcusunun bu gerçeği idrak etmesi, bilmesi ona yetmez. Kendisinin bunu zevk etmesi lâzım. Kul, anladığı ve idrak ettiği zaman sonbahardaki meyve ağaçlarına benzer. Önceki sohbetlerimizde verdiğimiz bu örneği, yine kullanarak konumuza farklı bir yaklaşım getirmek istiyorum:
Sonbahardaki ağaçları görürsünüz, dalları üzerinde ayvalar, narlar, muzlar, vs. vardır Ağaçlardaki öz olan varlık meyvedir. O halde ağaç bir araçtır. Gaye meyvedir. Meyve ağırlık verir, dallar aşağıya iner. Buradaki manayı ele alırsak, meyveyi kemalât olarak değerlendiririz. Meyveyi mana yolunda mesafe katetmiş arif olmuş kişi olarak düşünelim. Bu durumda kişi, ne kadar arif olursa, irfan yolunda ne kadar mesafe katederse o nisbette de tevazu gösterir. Bu, dalların meyvelerle dolup aşağıya eğilmesi gibidir. Dalların üzerinde hiç meyve yoksa, dallar yukarı çıkar. Varlık olur. O cehalettir.

Sefine-i vücudu saldım tevhîd bahrine

Vücut gemisini tevhit ummanına saldım. Sonunda "Katreyi mahveyleyüp" katre misâli benliğin kendime ait olmadığını anladım ve derya ile bütünleştim. Hak'la bütünleştim.

Bir berzaha düşmüştüm aşk ateşine yetiştim

Berzah, içinden çıkılmayan bir girdaptır. Âlem-i berzah. Başka türlü manalar da verirler. Bu berzah, cismanî yapıyı ya da dünyayı yani şu esfeli, ruhun bu cismanî yapı içindeki tutuklu halini anlatmak istiyor.

Çamur, dediğimiz zaman akla ne gelir? Suyla toprağın karışımı. Toprakla suyu karıştırırsanız, batak olur Şimdi su, bu pozisyonda toprağa esir düşmüştür. Toprak onu tutsak etmiştir. Çamur haline gelmiştir.

Çamurun içindeki su, bir şeyi düşünür: "Buradan nasıl kurtulmalıyım, nasıl kurtulabilirim?" Çünkü suyun geldiği yer yukarısıdır. Çamur, toprak ise. aşağıdadır. Tabandadır. Ruh burada su misâlinde. Cismanî yapı da çamur. İkisi birbirine karışmış ikisinin karışımından bir müstesna ve mükemmel bir vücut meydana çıkmış, ilâhî kudret. Burada bir kâmilin güzel bir sözünü ifade etmek gerekir :

Gör ne vechin sureti kılmış seni kudret eli
Türlü advâr ile bezemiş âb u kili

Bak ki göresin! Allah'ın kudret eli sana nasıl bir vech, bir fizyonomi vermiş. O ilâhî kudret, sana nasıl bir güzellik vermiş Bu güzellik neyle meydana gelmiş?

Türlü advâr ile bezemiş âb u kili

Suyu, toprağa karıştırmış türlü tavırlarla bir vech koymuş. Şimdi konuya tekrar dönelim.

Şu yapı, suyla toprağın karışımıdır. Toprak tabanda. Su yukarıdan geldi, toprağın içinde kaldı. İkisi karışınca çamur, batak oldu. Şimdi su diyor ki: "Ben, bu bataktan kurtulmalıyım."

İşte merhamet-i ilâhîyye. şefaat-i peygamberîye ve hiınmet-i pirân birleşir buna sâlikin istidadı da eklenir ve o su batağın içinden kurtulur. Geldiği yüksek âleme çıkar, urûc eder. Toprak yine tabanda kalır. Seyr-i sülük budur. Su ile toprağı mecz ediyoruz. Burada su ruh toprak da şu fiziki yapı oluyor. Ama ikisi birbirinin mütemmimi (tamamlayıcısı) İkisi birbirine muhtaç.

"Ne tek başına su ne tek başına toprak işe yarar. İkisi bir araya geldiği zaman ikisinin karışımından hayat meydana gelir. Çünkü bunlar erkek ve dişidir."

Eşyada da erkeklik, dişilik olduğuna göre hâdise budur. Ama burada toprağın yapısı süflidir. Tortudur. Esfeldir. O aşağıdadır. Bu tabandan kurtulmak isteyen su yani ruh ulvîdir. Lâtiftir. O yukarıdadır.

Adamın birisi ölmüş de öldükten sonra ruhu gülüyor. Ölen kişinin ruhu çok mest ve gülüyor. Ehlullah:

-Neden bu kadar mutlusun, neye gülüyorsun diye soruyor. Adam:

-Senelerce hırsız çalmasın, şu olmasın, bu olmasın diye beklediğim servet ü samanın şimdi hepsi geride kaldı. Hayatta iken ben, onların sahibi olduğumu düşünürdüm. Aman şöyle olmasın, aman böyle olmasın, aman hırsız götürmesin diye bekçilik ederdim. Şimdi anladım ki, zaten benim değilmiş. Beyhude bekçilik yapmışım, ona gülüyorum, demiş.

İşin doğrusu da budur. Tabii, bunlar bir nasip ve yetenek meselesidir. Burada Sadık Efendi Aziz (k.s.): "Muhabbetullah elimden tuttu," diyor. Çünkü muhabbet ulvîdir. Sevgi ulvîdir. Sevgi üsttedir. Ulvî yani soyut olan şeyler üsttedir. Benim elimden tuttu. Bu berzahtan kurtardı ve aşk ateşinde yetiştim. Aşk beni ne hale getirdi, ne yaptı?

Nefs-i Nemrut'u yakıp öylece gülistan oldum

Burada nefs- i Nemrut: Allahlık davasında bulunmak, demektir. Allahlık davasında bulunan sadece Nemrut mu? İnsanlar, bilerek ya da bilmeyerek gizli şirkin içinde gezerler. Biraz evvel anlatmaya çalıştım. Onların: "Ben ben" demeleri, ikinci bir varlıktır. Bir ortak olmadır. Dinimiz buna şirk-i hafi (gizli şirk) diyor. Bu gizli şirkten kurtulmanın yolu ise, ilâhî aşk ve muhabbetle pişmek ve Nemrut misâli nefsin başını ezmek; onu eğitmektir. Daha başka bir ifadeyle kemalât-ı ilâhîyye, marifet-i ilâhîyye sahibi olmak; gerçek manada Hakk'ı bilmek, bulmak ve olmaktır.

Yakubî tenden geçüp Yusuf-ı cana yetüp
Sırr-ı canana erüp âleme sultân oldum

Dervişlik sultanlıktır. Artık cananın esrarına vâkıf oldu. Ruhun esrarını, kendine zevkle sahip oldu. Ten Yakup'unda can Yusuf' una kavuştu. Fizikî yapısı Yakup, bu fizikî yapının içindeki ruh da Yusuf oldu. Dıştan içe dalmak. Ten kaydından, ten perver olmaktan kurtuldu. Can perver oldu. "Sırr-ı canana erüp âleme sultan oldum." Gerçek sultanlık dervişliktir. Burada bir hikâyenin yeri geldi:

Vaktiyle asırlar evvel padişahın birisi saraydan bir bendesini çağırır:

-Al şu bir kese altını. Karşıda tekke var. Git oraya gir. Bir müddet kal. Ne yapıyorlar, ne ediyorlar? O tekkenin esrarını bana rapor et, diye bendesini görevlendirdi.

O kişi gider. Dergâha varır. Bir müddet kalacaktır ama dergâhlarda üç gün kalınır. Onun da fazla kalması lâzım. Fazla kalabilmesi için de derviş olmalı. Derviş de olmuş. Ancak derviş olmak için derviş olmamış; fazla kalabilmek ve rapor alabilmek için derviş olmuş. Dervişlerle beraber "Allah, İllâllah, Muhammed," derken günler geçmiş. Bakmış ki, gönlüne aşk sinmiş.

"Aşk sâridir."

Aşk kelimesi, Farsça'da ışk'tan gelir. Işk'ın Türkçe anlamı, sarmaşık bitkisi demektir. Sarmaşık gibi olan aşk, rapor tutmak için saraydan görevli gelen o kişinin içine sinmiş. Sinesine aşk ateşi düşmüş. Oysa onun gayesi o değildi ama aşkın bulaşıcılığı onu da kendine çekmiş.

"Aşk, çok kuvvetli bir mıknatıstır. O, bir iksîr-i azamdır."

O kişi, dergâhta yedi sene kalmış, ama dört dörtlük derviş olmuş. Kâmil olmuş. Olmuş ama bir de sözü var. Padişaha rapor götürecek. Bunu da yerine getirmesi lâzım. Yedi sene sonra dergâhtan çıkıp kendisine görev veren hünkârın huzuruna varmış.

-Sultanım, bu kulunuzu yedi sene evvel bir kese altınla şu dergâha görevli gönderdiniz. Orada ne oluyor, ne geliyor? Bana rapor getirin, demiştiniz. Bu kulunuz, raporunu getirdi ve görevini yaptı, demiş.

Hünkâr:

-Eee! Söyle bakalım deyince

-Hünkârım, onu sonra alırsınız. Rapor dilimin altında yazılıdır. Fakat size daha önce daha başka bir şey söylemek istiyorum, demiş.

-Nedir o?

-Böyle süslü püslü, bin bir türlü tecessüsün, hasetlerin bulunduğu dünya çarkının içindeki üç beş günlük dünya sultanlığı size gurur vermesin. Eğer gerçekten padişah olmak istiyorsanız siz oraya gidin, derviş olun. Oradakiler sultan. Onların sultanlıklarının dokunulmazlığı var. Öyle üç beş günlük babadan intikal eden bir hükümdarlık bir padişahlık değil. Oradakilerin hepsi sultan. Lütfen oraya gidin ve derviş olun, demiş.
Tabii, padişah bu sözü dinler mi hiç!..

-Cellât!..diye cellâdı çağırır.

-Tamam ben gönüllü geldim. Cellâda başımı teslim edeceğim. Ne olur hünkârım, gelin bu üç günlük yaldızlı elbiselerin altından, binlerce etrafınızda sizden bir şeyler bekleyen müraî insanların içinde kendinizi sultan zannetmeyin. Oraya gidin. Sultanlık orada, demiş.

Cellât, bu arada mübarek başını gövdesinden ayırır. Ağzını açarlar ve dilinin altından bir kağıt çıkar. Kağıdın üzerinde şu yazılıdır:

"Seri verdi, sırrı vermedi Server Baba"

İşte sultanlık bu. Sadık Efendi Aziz (k.s.): "Sırr-ı canana erüp âleme sultan oldum" diyerek gerçek sultanlığın mana sultanlığı olduğunu ifade etmiştir. Keza Yunus'un bu mealde eş değer sözü vardır:

Dervişlik ulu devlettir
Bilene büyük nimettir
Yensiz yakasız gömlektir
Giyemezsin demedim mi

Şimdi ne diyor? Bakın Meryem'den bahsediyor "Meryem-i kalbten doğup" Herkes Meryem'i nerede arıyor? Dervişin kalbi Meryem.

Meryem-i kalbten doğup sırf vücûda erüp
Aşk ile bir savt vurup dem ile devrân oldum

Sırf vücut: Burada kulun bir dahli yoktur. Aşk geldi mi dertler biter. Aşk ile bir savt vurup, diyor. Bir ses. Bir nara. Aşk ile bir kıyamet kopardın. Aşk geldi, içerde bir gulgule peyda oldu. Büyük bir ses, feryat çıkardı. O aşk, ona rindlik ve coşkunluk verdi. Böylece bu aşkla dem ile devran oldu. İlâhî devranın atmosferinde olduğunu mu anladın. Devran Hakk'ındır. Varlık Hakk'ın varlığıdır. Kulun bu varlıkta bir iddiası yoktur. Kul kimseye dilekçe yazıp gelmemiştir ki; dilekçe yazıp gitsin. Allah getirir; Allah götürür.

"Getiren Allah götüren Allah Lâ havle velâ kuvvete illâ billah"

Bu ne demek? Havil ve azamet, kuvvet ve kudret Allah'ındır. Şimdi ne diyor?
Birdim bin birdendim. İşte bin bir adlı bir Allah derler ya onu ifade ediyor. Esma-yı ilâhiyye... Türlü donlar giyindim: Nedir o türlü donlar? Eşyanın üzerindeki görüntü. Her bir varlık, bir don giyinmiş. Allah (c.c.), bir cismanî yapının içinde kendisini görüntülemiş. Şu yaprağın da şu çiçeğin de donu var. Burada don dediği, görüntü olmuş. Oluşum.

"İnce kuyruklu yılana bası yakışır. Merkebin kulakları merkebe yakışır. Atın kulağı da ata yakışır."

Her nesnede böyle bir ziynet, bir tenasüp, bir denge var. Bu buraya olmamış bu buraya yakışmamış, diyemezsiniz. Nereye bakarsanız bakın; neyi görürseniz görün. İşte donlar bunlar. Sonra bu don zamanla değişir. Renkten renge, şekilden sekile girer.

Eşya hareket halindedir. Bir ikinci şekle irca ettiği zaman bir isim değişikliği yani bir görüntü değişikliği olur. Bir başka don giymiş olur. Meselâ suyun donması ve ardından buz olması yeni bir don giymesidir ya da kaynayan suyun buhar olup uçması yeni bir don giymesidir. Bu, suyun yeni bir isimle isimlenmesidir.

Yüz binde bir göründüm giden duran ben oldum

Sadık Efendi Aziz (k.s.), 19. asrın insanıdır. Burada yüz binde bir demesinin hikmeti, şu olsa gerektir: 19. asırda dünya nüfusuna orantıladığın zaman insan-ı kâmil, her yüz binde bir yetişmiştir. Yüz binde bir göründüm dediği budur. Her yüz binde bir kâmil insan. Giden duran ben oldum: Giden de O. Duran da O. Gelen de O.

Nûrdurur aslım benim sâdıkla yâdım benim
Bu harâbad deminde bir genc-i nihân oldum

Burada Sadık'la yâd ettiler. Ama benim aslımı sorarsan nurdur. Dün ben nur idim. Bu dünyaya gelince beni doğuran anne, bana sahip olan baba, bana Sadık ismini vermiş. Bu makamda Hz. Niyazî de aynı şeyi söyledi:

Gökte uçarken yere indirdiler
Çâr-ı unsur bendlerine vurdular

Su, hava, toprak ve ateşten bir kement yaptılar. Bu nuru, onun içine koydular.

Nur iken adım Niyazî koydular

Ben nurdum, diyor. Burada adımı değiştirdiler ve Niyazî koydular. Sadık Efendi Aziz (k.s.) de aynı şeyi söylüyor. Söz bir, yüz bir. Yüz bir yani doksan dokuzdan sonra gelen yüz değil. O da doğru, ama buradaki yüz vech. Sadık'ın vechi de aynı vech. Niyazî'nin vechi de aynı vech. Mevlânâ'nınki de aynı vech. Söz aynı söz. Çünkü vücut bir.

"Aynı söz, aynı mana, aynı terennüm. Benim aslım nurdur."

Bu harabat deminde bir genc-i nihân oldum: "Bu atmosferde gizli bir hazine oldum." Âdem, hazinetü'l esrar yani gizli bir hazinedir.

Şimdi buraya kadar olan sohbete Hz. Mevlâna, insan tanımını, âdem görüşünü Mesnevî-yi Şerifte nasıl verir, bir de ona bakalım:

Mantık ve felsefe âlimleri, insanı söz söyler; neşv ü nema bulur; irdesi ile hareket eder; iki ayak üzerinde yürür bir hayvan diye tayin ederler. Felsefecinin, mantıkçının insanı tarifi budur ama Hz. Mevlâna diyor ki:

"İnsanı böyle bilmek, bunun hakikatini bilmemektir. Çünkü insan bir kevn-i cami', âlem-i vâsidir. İnsan, surette âlem-i sugrâ, manâda âlem-i kübradır. Kâinatın özü, mevcudatın lübbüdür. Sureti ve manâsıyle ahsen-i takvim üzere halk olunmuştur. Talîm-i ilâhî ile takdîr ve tekrîm kılınmış; ve rûh-i izafî ile şereflendirilmiş; bîr nüshâ-yı a'zam ve halifetullah-i ekberdir."

İşte bir âlimin insanı böyle bilmesi ve bunu ilmen değil, zevkân anlamış olması lâzım. İnsan, cemiyet-i kübradır. Nitekim 18. yüzyılın büyük mutasavvıfı Şeyh Galib, konumuzla ilgili olarak:

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen

dizelerini söyler.

Sadık Efendi Aziz (k.s.)'in bu nutk-ı şerifini çok kısa da olsa bir nebze açmaya çalıştık. Bir nebze diyorum, çünkü ehlullah sözleri hazinedir. Eştikçe çoğalır. Mana içinde mana, mana içinde mana gizlidir. Son manası budur, diyemeyiz. Onlar, kelime-yi tayyibe sahipleridir.

Cenab-ı Hak örnek veriyor. Bir kelime-i tayyibe (bir güzel söz) ki, onu yemişe, hurmaya benzetiyor.

Hurma ağacının yapısı çok güzeldir. Upuzun incecik bir ağaçtır. Kalem gibidir. Baktığın zaman insanın tüylerini ürpertir. Üzerinde meyveleri top top birikmiştir. Dalları gökyüzüne doğru uzanmış; kökleri de yerin dibine doğru dalmıştır. Kuran böyle ifade ediyor:

Ehlullahın sözleri, yemişlerin en güzeli olan hurma ile ifade edilir. Hz. Peygamberimiz (s.a.v.), hadis-i şeriflerinde:

"Rabbinizin içinde yaşadığınız günlerde nefhâları, feyiz rayihaları vardır. Açın gözünüzü bilin. Agâh olun ki, o nefhâları karşılayın. Onları, istikbâl ve kabul edin."

Ehlullahın bu hadisi yorumu şöyledir: "O nefhâlardan murat, nebiler, veliler ve onların sözleridir."

İşte Sadık Efendi Aziz (k.s.)'in yorumunu yapmaya çalıştığımız sözleri, o ilâhî nefhâlar ve rayihalardan biridir. Bu rayihalar, ilâ yevmil kıyam devam edecektir. Toplum ne zaman ki, bu ilâhî rayihaya (kokuya) kulak verir; o güzel kokuyu teneffüs ederse payidar olur. Koku deyince, ahlâk, ilim, bilim akla gelmelidir.

"Bu ilâhî nefhâyı, nefes-i terennüm edenler kemâle ererler. Onlar, kemâl sahipleridir ki, içinde bulundukları toplum, maddesiyle, manasıyla, siyâsetiyle ilmiyle, irfanıyla, bütün sanatları ve kültürüyle örnek toplumdur. Çünkü o toplum, bu ilâhî nefhâları teneffüs eden bir atmosferin içindedir."

Bu makamda başka bir nutk-ı şeriften söz edelim. Yine bir nefhâ-yı ilâhî. Bir manevî esinti. Nuri mahlaslı bir kâmilin rayihası. Biraz da onu koklayalım. O mübarek ne diyor? Gerçi hepsinin dediği aynıdır. Irmakların denize akması gibidir. Nil şöyle, Kızılırmak böyle akar. Seyhan şöyle, Dicle böyle akar. Ama öyle de aksa böyle de aksa, şelâle de yapsa, ovadan da gitse, dağlardan da gitse hepsinin gittiği yer deryadır. Hepsi de aynı terennümle giderler. Ehlullahın sözleri de böyledir. Şimdi bu terennümde ve rayihada neler var, onu dinleyelim:

İçmeyen sahbâ-yı aşkı görmedi rahmanı hiç
Dalmayan bahr-i vücûde bilmedi insanı hiç

Enfüsî âfâkı câmi'dir bu şekl-i âdemin
Çeşm-i âmânın bu sırrı tartamaz mizanı hiç

Düştü mirât zât-ı Hakk'a hazretü'l insana bak
Bilmeyen insanı bilmez mani-i Kur'ân'ı hiç

Nûr-ı Ahmed bastı kadem arş-ı rahman üstüne
Kâ'be-yi ulyâda gürdü âlem-i imkânı hiç

Cümle ahkâm-ı merâtib cephe-i süfladadır
Dirîg etmez bir avuç hâk Nuriya ummanı hiç

Bu ilâhî nefhâyı açıklamaya çalışalım:

İçmeyen sahbâ-yı aşkı görmedi rahmanı hiç
Dalmayan bahr-i vücûde bilmedi insanı hiç

Aşk kadehini içmeyen, aşk sahbâsıvla buluşmayan rahmanı göremez. Bu vücut denizine girmeyen, içine dalmayan insanı bilmez. Burada Hz. Peygamber Etendimiz'in hadis-i şerifini zikretmek gerekir

"Nefsine arif olan Rabbine arif olur."

Vücut bahrine dalan, içine giren insanın ne olduğunu anlar. Oysa ki: "Enfüsî afakî cami'dir bu şekl-i âdemin" Şu gördüğün şekil, şu fizyonomi, şu beden, afakın ve enfüsün cem'idir.

Afak ufuklar, enfüs nefisler demektir. Enfüste ve afakta neler varsa hepsi âyât-ı ilâhîdir.

"Arzdaki ayetlerimi görmüyor musunuz? Nefislerinizdeki ayetlerimi görmüyor musunuz? Görmek için bakın. Göresiniz." (Zariyat Suresi,
ayet 20-21)

İşte onu söylüyor Bu âdem şekli, afak ve enfüste ne varsa hepsini toplamıştır.

Çesm-i âmânın bu sırrı tartamaz mizanı hiç

Baktığını görmeyenlerin, gafletle bakanların bu sırrı anlamaları mümkün değildir. Burada çeşm-i âmâ için Kuran-ı Kerim'de.

"Kalpleri vardır mühürlüdür; kulakları sağırdır; gözleri perdelidir. Onlar için elîm azap vardır" (Bakara Suresi Ayet 7)

buyrulmaktadır.

Bu esrarı görmeyen, baktığının ne olduğunu fehm edemeyen bunları tartamaz; anlayamaz. Eğer göz, sadece oysa o göz kablumbağada da vardır. Bakıp da görmeyeceksek o zaman adımıza insan demesinler. Çünkü insan odur ki, nazarında ibret; kelâmında hikmet olmalıdır.

Düştü mir'ât zât-ı Hakk'a hazretü'l insana bak

Vacibü'l vücut olan yüce sahibimiz, kendini habibinin aynasında gördü. Düştü mir'ât. Ayna düştü. Kim oldu ayna? Hz. Muhammed (s.a.v.). Allah, kendini Hz. Muhammed (s.a.v.)'in aynasında gördü ya da şöyle diyebiliriz: Cenab-ı Hak, kendini görmek için bir ayna düzdü; ortaya koydu ve o aynanın adına Muhammed Mustafa (s.a.v.) koydu. Murad-ı ilâhî böyle. O zaman hiç kimse ayna olmaksızın kendini göremez. Çünkü göz karşıya bakar. Mutlaka kendi gözüyle kendi yüzünü görmek istiyorsa bir aynaya ihtiyacı vardır. Ama buradaki ayna, ledünnî ve bâtınî bir aynadır. Mana âlemini gösterir. Başka bir hadis-i kudside Cenab-ı Hak:

"Habibim ya Muhammed! Senden görünen benim." diye buyurmuştur.

Burada insanın adı, hazretü'l insandır. Allah'ı yansıttı. Allah, kendini o aynadan yansıttı. Peki Hz. Peygamber (s.a.v.), Miraç'ta Allah'ı nasıl gördü? Bunu hocalarımız iyi bilirler. Bir "Şâbb-ı emred" olarak gördü. Şâbb-ı emred, on dört on beş yaşlarında sakalı, bıyığı çıkmamış bir erkek çocuğudur.

Bilmeyen insanı bilmez manî-i Kur'anı hiç

Kuran'ın manasını bilmeyen, insanı bilmez. O zaman "Kuran bakirdir," demek lâzım. Çünkü insan da bakirdir.

Cümle ahkam-ı meratib cephe-i süflâdadır

Ehlullah, bunca kemâli, bunca imkân ve yetkinliği ile daima tevazuyu seçmiştir. Onca kemalin içinde karşıdan baktığın zaman hiçbir şeye benzemez gibi görünürler. Onların surette işleri yoktur; işleri sîrettedir yani içtedir. Çünkü suret aldatır. Cümle ahkâm-ı merâtib, bütün merâtibi katetmiş ve ikmâl-i süluk etmiş olan bu kâmil insanlar tevazu içindedir. Mahviyettedir.

Dirig etmez bir avuç hâk Nuriya ummanı hiç

Nuri'nin bir avuç toprağı senin deryanı kirletmez. Çünkü o, yüksek bir tevazu içinde.

İşte kemalât-ı insanîyye, kemalât-ı ilâhîyye budur. Bunların hepsini çok kısa bir şekilde ifade etmek gerekirse şunu diyebiliriz: Yol turuk-ı âliyye, tarik-i nazenin, önden arda, alttan üste, baştan sona edeb-i Muhammedîye'dir.Onun içindir ki bu yolun yolcusu, Hz. Peygamber'in edebiyle müeddep olmuş kişi demektir. Tevazu, onlarda. Tevekkül onlarda. Kanaat onlarda. İtaat onlarda. Ubudiyet onlarda.. Şecaat onlarda. Metanet onlarda. Sabır onlarda. Hizmet onlarda.Tefekkür onlarda. Tezekkür onlarda. Teşekkür onlarda. Teenni onlarda. Temkin onlarda. Tasavvuf onlarda. Tasarruf onlarda.

Onlar, her türlü kemalât-ı ilâhîyye ve kemalât-ı Rabbaniyye ile mevsûf olmuşlar; ilâhî özelliklerle donanmışlardır. Bunların görüntüsünden şu saydığım kemale ait eğer gören göz varsa tavırlarında, ahvallerinde çok şeyler görünür. Ama gören için görmeyen için yine söz yok. Onlar, konuşsalar da konuşmasalar da sussalar da yürüseler de baksalar da etseler de kemalleri dışarı doğru taşar. Biraz evvel sözünü ettiğimiz Sadık Efendi Aziz (k.s.)'in Şeyh-i kâmilleri Çaltılı İsmail Hakkı Efendi Aziz (k.s.)'in meşrep itibariyle sükûti halde oluşu şöyle ifade edilmiştir:

İhvan toplanır. Çaltılı Aziz (k.s.) köşesine oturur. Saatlerce onun yüzüne bakarlar. Ama sadece yüzüne bakmakla ihvan kabına sığamaz ve cûş u huruşa gelir, âh u figan ve gözyaşıyla dolarlarmış. Bir gün hanımı:

-Bak efendi! Evlâtların hep senin yüzüne bakıyorlar. Biraz onlara bir şeyler konuşsan olmaz mı? demiş.

İsmail Hakkı Efendi Azız (k.s.)'in sözü şu olmuş:

-Sükûtumuzdan bir şey öğrenemeyen kelâmımızdan bir şey öğrenemez.

Onlar, sustukları zaman da çok şeyler verirler. Konuştukları zaman da çok şey verirler. Hallerinden kemal akar. Tabii, yine gören için söylüyoruz. Ne derler:

"Görenedir görene köre nedir köre ne."