Hoşgeldiniz sayın ziyaretçimiz. Bugün 19 Mart 2024.
E-Posta : Parola :
 

Sohbet 10


"Elin işi, sanatı, mahareti olsun, ama gönlün Allah'la olsun."

Birçok deyimler vardır: "El işte, gönül oynaşta." "El kârda gönül yârda olsun." Bunlar, hep aynı manaya çıkar. Her şey Allah'la yapılmalı. Yemek yerken, düşünürken, işinle meşgul olurken vs. bile. Sofraya oturduğun zaman:

"Yemek yerken, su içerken onları tefekkür etmelidir. Allah düşüncesinden, zikrinden uzak olarak yenen yemekler fısk u fücur olur." (Enam Suresi, ayet 121)

Bu sofranın üzerinde bulunan Allah'ın nimetlerinin senin sofrana kadar gelişlerini tefekkür etmelisin. Dün onlar topraktılar. Bugün meyve, sebze, ekmek oldular. Çok büyük bir aşamadan, yolculuktan sonra senin önüne gelebildiler. Bunların nasıl oluştukları, o ana gelinceye kadar geçirdiği bütün aşamaları, topraktan, sudan, havadan, güneşten, geceden, gündüzden, yazdan, kıştan aldıklarını, nasıl kemale erip olgunlaştıklarını tefekkür ederek yemelisin. Eğer bu düşünce ile yersen ibadet ve nur olur. Aksi takdirde:

"Allah düşüncesinden, zikrinden uzak yenen yemekler fısk u fücur olur."

Sen, o nisan yağmurunu bal yapan arı ol. Biliyorsun ki; bir de başka türlü arı vardır. Ona sarıca arı deriz. Onun bir hüneri, balı falan yoktur. Sarıca arı, bal yapan arının balını çalan haramidir. Tefekkür, tezekkür ile bu nimetlerin sana ulaşıncaya kadar geçirdiği bütün merhaleleri katettiğini düşünerek yerseniz; siz de nisan yağmurunu bal yapan arıya benzersiniz. Onlar, vücudunuza şifa olur. Akıl, idrak, şuur, nur olur. Yok böyle olmaz da yemekleri, tatlıları, o kaptan bu kaba boşaltır gibi mideye doldurursanız bu düşüncelerin ve güzelliklerin hiçbiri sizde yok, demektir ve bunlar fısk u fücur olur, yani siz balı çalan sarıca arı olursunuz. Oysa Cenab-ı Hakk'ın bize bahşettiği nimetleri şükürle, zikirle, tefekkürle almalı; yemeli; kullanmalıdır. Sadece sofradaki nimetler değil; kullandığımız bütün kap kacak, giyimimiz birer nimettir.

"Mevlevilerde bir usul vardır. Akşam ceketini çıkardıkları zaman öperler; yorganın içine girerken de yorganı öperler."

Bunlar nimettir. Kış geldi yorganın yok. Yaz geldi ayranın yok. Sokağa çıkacaksın ceketin, ayakkabın, pardesün yok. Onun için bütün varlık, Allah'ın nimetidir. Hanımlar, fasulye, pirinç, mercimek ayıklarken yere düşen olursa onu almalılar ve atmamalılar. Bir fasulyenin, mercimeğin ya da pirincin ne olduğunu bilirsen onun tonlarcasının da ne olduğunu bilirsin. Derler ki: "Birini bilen binini bilir; birini bilmeyen binini bilmez."

Onun için birde ne varsa hepsinde o vardır. Bu duygu ve düşünce ile sofraya oturmalı; mutlaka yemeğe "Bismillahirrahmanirrahim" diye başlamalı. Yemekten sonra "Yarabbi çok şükür, elhamdülillah, olmayanlara da ver. Yâ Rabbi! Nimetlerini ve bereketlerini artır," demeli ve çoluğa çocuğa bunu empoze etmelidir.

Küçük yaşta çocuk, anneden, babadan, okuldan, öğretmeninden bu güzellikleri duymazsa acayip bir nesne olur. Asi, hodbin, insanlık düşmanı, yıkıcı, kırıcı olur. Onun için annenin, babanın çocuğa vereceği güzellikler vardır. Ama bunların hiçbiri annede-babada yoksa, çocuk ne yapsın! Çocuğu suçlayamayız ki anne-baba bir şey vermemiş.

"Aileler çobandır. Çocuklar da onların sürüsü. Çoban sürüsünü ihmal ederse, o sürüyü kurt kapar yani onu kötülükler alır götürür."

Burada çocuğu suçlamayız. Çünkü çocuk masumdur. Anne-baba, bir şey vermemiştir. Ailesinin himayesinde ve eğitimindedir. Çocuğu, dünyevî, dinî, manevî, insanlarla ilişki, nimetlerin kadrini bilme yönünden velhasılı birçok güzellikler yönünden eğitmek lâzımdır.

İşte kültür de budur. Bunların hiçbirisi yoksa, üniversite okumuşsun, avukat, doktor, mühendis vs. olmuşsun olabilir. Ancak millî ve manevî değerlerden yoksun olarak yaşamak, bir kültür eksikliğidir.

İnsanın şükretmemesi için hiçbir sebep yoktur ama şükretmesi için namütenahi sebepler vardır. Kuran'ı Kerim'de:

"Eğer şükrederseniz nimetlerimi çoğaltırım, yok eğer şükretmez de (Allah esirgesin) küfrederseniz o küfrün sonunda sizin için şiddetli bir azap vardır." (İbrahim Suresi, ayet 7)

buyrulur.

Şiddetli azabın ifadesi çoktur. Her şeyden evvel elinizden nimetler gider, fukara olursunuz. Dün çok vardı; yarın yok olur. Eyvah! Dün şöyleydik ama bugün böyleyiz. Hastalık gelir ya da daha başka celâli olay gelir. Öte dünyada bırakın azap çekmeyi, bu dünyada iken başlarsınız. Onun için ne olursak olalım -ağa, bey, paşa, tüccar olalım-makamımız, mevkîmiz, şanımız ve şöhretimiz ne olursa olsun kul olduğumuzu hiç unutmayalım.

"Daima mahviyet. Sıfır olmak. Milyon kere sıfır, sıfırdır. O sıfırların başındaki "bir" de Allah'ın kudretidir. O sıfırlar, "Bir" rakamı ile değer kazanırlar."

Sıfırları vücutlara benzetelim. Sıfırdan maksat şudur: Kul, acz içindedir. Dünyada her şeyin zıttı olduğuna göre aczin zıttı kudrettir. Acz kuldadır; kudret Allah'tadır. Onun için konuyla ilgili olarak Küşteri Hazretleri:

Nice Karagöz'leri mahvetti bu suret perdesi
Oynatan üstadı gör kurmuş muhabbet perdesi

Şem'a yakdım perde cekdim gösterim zıll ü hayâl
Bu bir zıll-ü hayâldir ne gam bakî ne sürür

Şeyh-i Ekber Küşteri' nindir bu rü'yet perdesi
Oynatan üstadı gör kurmuş muhabbet perdesi

Sîreti surette mümkündür temaşa eylemek
Hail olmaz ehl-i irfana basiret perdesi

Küşteri Hazretleri, Karagöz'le Hacivat'ın mucididir. İnsanlığa, bu yolla mesaj vermiştir. Karagöz ve Hacivat dediğin nedir ki; sahnede birer karton parçasıdır. Serapa tasavvuftur. İki tane ses kullanıyor. Biri ince, biri kalın ses. Hacivat sahneye çıkar ve der ki: "Hayy-ı Hak! Yâr bana bir eğlence meded." Vahdetin kesrete dönüşünü yani "Bir" in çoğaldığını gösteriyor. "Bir" vahdettir. İki dediğin zaman kesrettir. "İki" ile "iki milyar" in farkı yoktur. "İki" her zaman kesrettir.

Önce Hacivat sahneye çıkıyor. Vahdet. Kendisine bir arkadaş, bir eğlence arıyor.

"Muhabbet, iki kişi arasında olur. Biri söyleyen, biri dinleyen ya da dinleyenlerdir. İnsan, tek başına ancak içinden konuşur. Dudakları kıpırdamadan, kalıpları kullanmadan konuşur. Harfler de mananın kalıbıdır."

Siz, evde otururken ya da yemek yaparken, ütü yaparken, patates soyarken yanınızda kimse yok. İçinizden başkaları ile konuşmaz mısınız? Konuşursunuz. O konuşma, bilâ savt velâ hurûf (Harfsiz ve sessiz konuşma)' tur. İnsan tek başına kalınca böyle konuşur.

"Aslında insan, cemiyyet-i kübradır. İnsan, tek başına milyonlarca kişiyle konuşur. Sustuğu zaman daha çok konuşur. Çünkü içinde cemiyyet-i kübra vardır."

İnsan sustuğu zaman düşünce âlemine dalar. O düşüncenin de sınırı yoktur. Kuran-ı Kerim'de düşünce ile ilgili pek çok ayet vardır. Tefekküre dalan insan varlığından geçer. Peygamberler ve veliler,mütefekkir insanlardır. Fransız filozofu Decart: "İnsan düşündüğü kadar insan," demiştir.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), senelerce tek başına Hira Mağarası'nda tefekkür ederdi. Bir hadis-i şeriflerinde: "Bir saat kudretullahı tefekkür, bir sene nafile ibadetten üstündür," buyurmuştur.

Kendileri yine Hira Mağarası'nda uzun saatler tefekküre dalmışlardı. Mağaradan çıkışlarında: " Merhaba yâ Muhammed ! " diye bir ses işitmişlerdi. Sağına soluna bakarak bu sesin nereden geldiğini aramıştı. Fakat mağarada kimse yoktu. Bir ürperti içinde hane-i saadetlerine gidip Hz. Hatice'ye durumu anlattıklarında Hatice Validemiz, Peygamber Efendimiz'e:

-Sen yorgunsun. Biraz şurada uyu! buyurmuş ve üstünü örtmüştü.

Birkaç gün sonra yine mağaraya gidip tefekkür ihtiyacını duymuş, ancak mağaranın çıkışında yine kendilerine: "Merhaba yâ Muhammed !" diyen sesi duymuştu. Ancak bu ses, bir değil; binler değil; bütün cihan zerrelerinden dile gelmiştir. Bundan sonrasını Süleyman Çelebi'den dinleyelim:

Yaradılmış cümle oldu şad u mân
Gam gidip âlem yeniden buldu can

Cümle zerrât-ı cihan edüp seda
Çağrışuben dediler kim ya Muhammed merhaba

Fahr-i kâinat olan Efendimiz'e bütün cihan zerreleri, selâm durmuş: "Ya Muhammed Mustafa" diye feryat etmişlerdir.

Biz, yine Küşteri Hazretleri'ne dönelim:

Hacivat, "Hayy-ı Hak" diye başlayınca Karagöz'ün öksürüğü duyulur. Hacivat:

-Karagöz'üm gel. Ben söyleyeyim sen dinle. Sen, söyle ben dinleyeyim. Muhabbet edelim, der.

İşte o küçücük sahne "Sahne-i âlem" olan kâinatı gösteriyor. Bu, bir mesaj. Ses, söz, perdenin arkasında. Karagöz'le Hacivat sadece bir karton parçasıdır. Perdeyi enfüse tatbik edelim. Gözkapakları perdedir. Kapatınca ne olacak? İçinle konuşacaksın. Açtın. Dışla konuşacaksın. Göz kapanınca iç âlem, açılınca dış âlem devreye girer. İç âlemde büyük bir cemiyet var.

Başlıyorlar. Karagöz geliyor ve Hacivat'la ahbap oluyor. Günlük olayları konuşuyorlar ama arada bir Karagöz, Hacivat'ın sözlerini anlayamıyor. Onu dinlerken dikkat etmek lâzım. Burada Hacivat arifleri, Karagöz cahilleri sembolize eder.

Burada Küşteri Hazretleri: "Bu cihan halkı iki bölüktür. Bir bölüğü irfan sahibi olan ariflerdir; kâmillerdir; zariflerdir. Bir bölüğü cahillerdir," demek istiyor.

Karagöz, Hacivat'ın sözlerini anlayamıyor. Hacivat tekrar söylüyor, Karagöz tekrar yanlış anlıyor. Sonunda Karagöz, kaba kuvvete müracaat ediyor. Hacivat'a tokat vuruyor.

"Arif olmayan insanların da dünya yaşantısı kaba kuvvet ve cehalettir."

Küşteri Baba'nın sahnesi, evreni, cihanı anlatır. Oynayan aktörler de insanlardır. Elimiz kalkıyor; gözümüz görüyor; kulağımız işitiyor ama içte birisi var. O, nasıl Hacivat'la Karagöz'ü oynatan perdenin arkasında kuklacıysa, içindeki de Küşteri Baba'nın:

Şem'a yakdım perde çekdim gösterim zill ü hayal

sözüyle ifade etmek istediği Allah'ın zatının nurudur.

"Kışın, yazın, baharın, gençliğin, çocukluğun devamı var mı? Yok... Bekası olmayan bir âlemdeyiz. Her şeyin sonu var. Bakî olan Allah'tır."

Bu hayalin içinde bir hakikat saklıdır. Arifler, bunu buluyorlar. Hayal dediği cismanî yapıdır. Hakikat onun içindeki hazrettir.

İçeride biri var. Bu varlığı O (c.c.) oynatıyor. Bu âfâkı ve enfüsi oynatan "Kudretullah" tır. İnsan, kendi vücudunun mutasarrıfı değildir; tasarruf Allah'tadır. Cenab-ı Hak bizatihi mutasarrıftır.

" Sahnede Karagöz'ü oynatan perdenin arkasındaki Hayalî Küçük Ali ise; Karagöz ve Hacivat da bir kartondan ibarettir. Halk, onları alkışlar. Çünkü halk onu görür, oysa arifler Hacivat ve Karagöz'ü görmezler. Onlar, oynatan üstadı yani perde arkasındakini görürler. Bu böyle olduğu gibi kâmiller, ten perdesinin arkasındaki gerçeği görürler. "

Muhabbet sözünü biraz açmaya çalışalım. Cenab-ı Hak bu âlemi kendi muhabbetiyle ortaya koymuştur. Bir işi yapmak iki türlü mümkündür. Kerhen (istemeyerek) bir de isteyerek (muhabbetle) ortaya koyarak yapmak.

"Gizli bir hazineydim. Bilinmekliğimi sevgiyle, muhabbetle istedim."

Allah, kendi ilm-i ezelisinde âyan-ı sabite dediğimiz letafetini, ilmini muhabbetle görüntüledi. Küşteri Hazretleri de bu hadis-i kudsiyeye istinaden: "Oynatan üstadı gör kurmuş muhabbet perdesi" diyerek oynatan üstatdan yani Allah'tan söz ediyor. Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri'nin buyurduğu gibi: "Arifler bunu anlar ,cahiller durmayıp tanlar."

"Ehlullahın dili birdir. Onlar, hep tek dili konuşurlar. Vahdet dilini. Her birisi bir kudretullahı, vahdet-i ilâhîyyeyi kendi meşreplerine göre bir ifade ile ortaya koymuşlardır."

Sahabe-i güzin, Hz. Peygamber Efendimiz'e sordular:

-Yâ Resulallah! Bu kâinat yok iken Allah ne idi, nerede idi?

Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) :

-Kanallahu velem yekûn meâhu şey'un, yani Kâinat yok iken Allah vardı. Kâinat ve şeyiyyet bilinmeden bilen ve gören Allah, zatiyle mevcut idi,

buyurdular.

Turuk-ı âliyyenin babası, İmam-ı Ali (k. v.) ve (r.a.) buyurdular ki :

-El ân kemâkân yani bugün de öyledir.

İşte "Küntü kenz" hadis-i kudsisiyle ifade buyrulduğu gibi hazinesinde var olan varlığı, muhabbetle yani sevgiyle ortaya koyduğunu yüce Rabbimiz ifade buyurmaktadır.

Buna göre varlık âlemini yani kâinatı, bir tekneye benzetirsek bu teknenin manası muhabbettir. Kuran-ı Kerim ve hadis-i şerif ve bunca azizan ve pirân hep bu gerçeği anlatmaktadır.

"Allah adına ve Allah için nedensiz niçinsiz sevmek, sevmeyi öğrenmek. İşte kemalât-ı insaniyye budur."

Bu sohbetten sonra sözü, sevgili dedemiz Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri'ne bırakalım:

Çalabım bir şar yaratmış iki cihan arasında
Bakıcek dîdâr görünür ol şârın kenâresinden

İnsandan, vücuttan bahsediyor. Şar dediği gönüldür. O zamanlar Ankara,
T.C.'nin başkenti olunca bazı şairler şar için, "Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri; Ankara'nın başkent olacağına işaret etmiş," dediler. Zararı yok, onlar öyle desin.

Çırakları taş yonarlar yonup ustaya sunarlar
Allah'ın ismin anarlar her taşın her paresinde

Devrândan, zikirden, muhabbetten söz ediyor. Taş yontmak ne demektir? Taş gibi katı gönlünü: "Allah, Lâ ilâhe illâllâh, Hû" diyerek zikirle yontuyor.

Kaleden toplar atılır gelip canlara dokunur
Aşıklar canı satılır ol şârın bazâresinde

Kaleler yüksektir. O halde kale dediği nedir? Fikirler, doğuşlar, tuluatlar. Gönülden geliyor. Emir beyinde oluşuyor; ağızdan çıkıyor. Beyin, icra organıdır: "Al şu plânı, projeyi uygula," diye ele teslim eder.

Bu sözlerde "Can pazarı" ndan söz ediliyor. Âşıklar, canını pazara çekmişler; satılık etmişler. Mana yolu can pazarıdır; gön (deri) pazarı değildir. Can alırlar; can satarlar. Ama Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri: "Âşık, canını pazara çekip satılık etmiş; lâkin müşteri çıkmamış," diyor.

Şehir dediğim gönüldür ne âlimdir ne câhildir
Âşıklar kanı sebildir ol şârın kanaresinde

Pazarda bir alıcı, bir satıcı yani ikilik, kesret var. Oysa derviş ikiyi sevmez. O zaman benim canımı alıcı çıkmadıysa ben de onu sebil ettim. Bu yolda âşıkların kanı sebîlullahtır. Şeyh Galib: "Önce ter, sonra kan, sonra can çıkar," der.

Oynamayınca can ten pazu
Ol eşikte kimseye görünmez yâr

Sözü toparlıyor. Bu sözler, bir iki kelime ile anlatılamaz. Saatlerce şerh etmek lâzım. Buna benim gücüm yetmez. Allah, ne lütfettiyse size onu sunuyorum.

Bu sözümü arif anlar cahiller durmayıp tanlar
Hacı Bayram kendi panlar ol şârın minaresinde

Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri: "Ben, ariflere sesleniyorum. Bu sözleri onlar anlar. Cahiller, işe yaramayan gürültülü lâflar ederler. Hacı Bayram kendisi coşar coşar; feryat eder; gerçeği konuşur."

Burada bir minareden söz ediyor. Minareyi, kubbeyi, cemiyet-i kübrayı dışarısı (ehl-i zahir) ne bilir? Cami ve minare insandır. Şerefe insanın ağzıdır. Kubbe insanın başıdır. Kubbenin altındaki cemaat cemiyyet-i kübra yani insandaki milyarlarca hücredir.

Niyazî Hazretleri:

Örttü bazâr-ı kesret gözlerin halkın velî

diye buyurur.

Burada muhatap veliyedir. Ona sesleniyor: "Ey dostum, ey sevgilim, ey kulum! Bu kesret pazarı halkın gözlerini örttü, ama birileri var ki onlar irfan sahibidir.

Arif olan cümle yüzden seni seyrân eyledi

Cümle kelimesini kullanıyor. Her zerrenin bir vechi, bir yüzü vardır. Arif, o vechden vechullahı temaşa eder. Zaman ister, mesai ister, tekrar tekrar nefis eğitiminden geçmek ister. Nefis ejderhasının: "Teslimim" demesini bekler. Nefis ejderhası, aşka teslim olur; başka şeye teslim olmaz.

Niyazî Baba ne buyuruyor:

Çok da verme kendini dünyaya bir dem çek elin
Döndüremezsin beyim kat'i ağırdır bu dolap

Niceler çalıştı bu harabeyi tamir etmeye
Bir yanın îmâr ederken bir yanı oldu harâb

Şu dünyanın haline bak! Dünya bir harabedir. Harpler, darbler, yıkımlar, yangınlar, depremler, kasırga, bora, tabii afetler vs. ile yıkılır. İnsanoğlu kalkar; yıkılan bir tarafı yaparken bu taraf yıkılır. Bir yanını imar ederken bir diğer yanı yeniden harap olur. O yapmaya devam eder. Atmosferin gereği budur. Nice ağalar, beyler, paşalar vs. bu eski dünyayı tamir etmek için hanlar, hamamlar yaptılar ama bir yanını tamir ederken öbür tarafı harap oldu.

Bunlar olmuyor mu? Oluyor, insanoğlu, zalim, gaddar, acımasız. Şu Kütahya, kaç sefer yangınlar, depremler, haraplar, yıkımlar, kaç medeniyetler görmüş. Her yer böyledir. Çünkü dünya eskidir. Sultan Süleyman (a.s.), dünyanın eskiliğinden söz ederken turuk-ı âliyyede şu hikâye anlatılır.

"Hikâye gerçeğin zarfıdır. Gerçek hikâyenin içindeki mazruftur."

Sultan Süleyman (a.s.), cinnîlere emir vermiş:

-Bana bir kase yapın ama o kasenin çamurunun içinde hiç insan eti, kanı olmasın!..

Cinnîler, dağları, taşları, yerleri, gökleri gezmişler. Arz üzerinde gezilmedik yer
bırakmamışlar. Bakmışlar ki; hepsinin içinde insan kanı, eti var. En yüksek Everest
Tepesi'nden tutun da, her yerde insan kanı varmış. "Denizlerin dibine inip oradan kase için çamur alalım," demişler. 10.893 metre derine inmişler. Dünyanın en derin yeri olan Filipinler'de Mindanao Adası önündeki Enden çukuruna inmişler. "Burada insan eti, kanı yoktur," diye oradan çamuru alıp getirmişler. O çamurdan kase yapıp Sultan Süleyman (a.s.)'ın önüne koymuşlar. Sultan Süleyman (a.s.), çorbadan bir kaşık almış:

-Afiyet olsun yâ Süleyman! diye bir ses gelmiş.

Sultan Süleyman (a.s.), sağa sola bakınmış hiç kimse yok. Cinnileri çağırmış:

-Gelin bakalım. Bir ses geliyor. Bu nereden geliyor? demiş.

Cinnîler:

-Hünkârım, denizlerin dibinde on bin feet derinlikte bir yer var. Belki buraya insan eti, kanı girmemiştir dedik ama orası da doluymuş. Orada da insan eti, kanı varmış. Duyduğunuz ses, o kasenin içindeki ecsâdın size seslenişidir, deyince Sultan Süleyman (a.s.), şu veciz sözü söylemiş:

Bak neler gelmiş ebnâ-yı cinsin başına neler
Tute tute bastığın topraklar insanmış meğer

"Hayat başlamış değil ki bitsin. Evveli yok ki sonu gelsin."

Eğer bir şeyde son düşünülürse baş olması lâzım. Evvel varsa son vardır; evvel yoksa son yoktur. Bir yuvarlak dairenin başı, sonu nedir? Uzay değil; yuvarlak dönüyor. Kadîm, devrân...

"Allah, o Allah ki evveldir. Yine O Allah ki âhirdir; baştır; sondur ve O, her şeyi bilendir." (Hadid Suresi, ayet 3)

Yahya-yı Şirvanî Hazretleri "Vird-i Settar"ında şöyle buyurmuştur:

"Evvelün, kadîmün bilâ ibtida ve ahirun kerimün mükimün bilâ intiha"

"Allah, öyle bir evvel ki bidayeti yok ve Allah öyle bir ahir ki nihayeti yok."

Sultan Süleyman (a.s.)'ın da söylediği de bu...

"Tarih dediğin nedir ki? Dün bile değildir."

Dünya çok eski. Müsbet ilim adamları, on-on beş sene evvel dünyanın ömrünün beş milyar yıl olduğunu söylüyorlardı. Bu rakamı duyunca güldüm. Bu rakam, çok küçük bir rakam dedim. Aradan birkaç sene geçti. Birden dünyanın ömrünü yirmi milyara çıkardılar. Bilmiyorum, daha nereye kadar çıkaracaklar. Hz. Gaybî:

Ân-ı dâimden zuhur etti zemîn ü asuman
Ân-ı dâim tasarruf üzredir kutbu'z zaman

diye buyurur.

An geçerlidir. Bir anın devamından ibarettir ama öyle bir an ki; bir an bir anın aynısı değildir. Hep ayrı bir tecelli vardır.

"Her gün yeni bir tecelli, zuhur ve şuûn vardır." (Rahman Suresi, ayet 29)

Ehlulah, bu "yevm" kelimesini an olarak tefsir eder. "Her an yeni bir tecelliyat var." Gönlünde de bu vardır.

"Ne zahirdeki şuûnât bir evvelkinin aynıdır ne de gönlünden tulû' eden tecelliyat bir evvelkinin aynısıdır. Nihayetsiz, sonsuz..."

Göz kulak dil kapıların bağla muhkem bir zaman
Akl u fikrin bir yere cem et yüzüne çek nikâb

Niyazî Mısrî Hazretleri: "Göz, kulak ve dil bunlar birer kapıdır. Vücut şehrinin kapılarıdır. Bu kapıları kilitleyip içeriye kimseyi sokma; içindeki ile, Allah'la, beraber yaşa. Ama bir zaman," diye kat'i bir emir veriyor. Tehlikesiz yaşantı zamanı geldiğinde o bir zaman kaydı kendiliğinden kalkacaktır. Anne bir yaşındaki çocuğunu sokağa bırakır mı? Ya çukura düşer ya kötü insanların şerri olur, diye çocuk kendisini koruyacak yaşa geldiği zamana kadar anne, çocuğunu bırakmaz. Mana da böyledir.

Ola kim Hak'tan yana gönlünden açıla feth-i bâb

Allah'tan yana bir fetih kapısı açılsın ve bu gönül şehrini fethet. İşte gerçek fütuhat da budur yani kendini tanımak ve bilmek.

Sokrat'ı Sokrat yapan, 2500 yıldır yaşatan söz: "Kendini tanı" sözüdür. Onun bir sözü daha vardır. Bu sözü hayatının sonlarına doğru söylemiştir. Bütün talebelerini toplayıp:

-Kulağınızı dört açın ve beni dinleyin. Size, son sözümü söylüyorum. Bir şey biliyorum. O da hiçbir şey bilmediğimdir, demiş.

Burada Sokrat itiraf etmiş. İlm-i ilâhîyyenin yanında bilgi nedir ki! İnsanların bilgisi ummanlardan bir katre bile olamaz.

İbn-i Kemal, Yavuz Sultan Selim'in şeyhülislâmıdır. Yüksek âlimdir, fakat ilmine mağrurdur.

"Servetin, rütbenin gururu vardır, ama aşk geldiği zaman bu gururları siler süpürür. Aşktan evvel de aşktan başka da hiçbir şey bu gururları atamaz. O gururun altında bir nefes, bir kafes içinde insanoğlu kendini aldatır. Ve serap peşinde koşar durur."

"Aşk geldi mi kavga biter. Onun tedavi edemediği hastalık yoktur. Çünkü o iksir-i azamdır."

Çok seğirtti gaflet ehli bu serabı su sanıp
Bulmadılar hiçbiri bu sahrada bir katre âb

İşte serap peşinde koşmamak lâzım. Su, feyz-i ilâhînin karşılığıdır. Feyz-i ilâhî ölümsüzdür.

Biraz önce kendini tanıtmaktan ve bilmekten bahsettim. Koca Yunus, kendini tanımanın yolunu nasıl ifade etmiştir ve kendini nerede bulmuştur.

Koca Yunus'un bu güzel sözlerini başından alalım:

Adım adım ilerü bu âlemden içerü
On sekiz bin âlemi gezdim bir dağ içinde

Gökler gibi gürledim yerler gibi inledim
Dereler gibi çağladım akdım bir dağ içinde

Yetmiş bin hicâb geçdim gizli perdeler aşdım
Ben dost ile buluşdum buldum bir dağ içinde

Körler gibi görmedim sözlerin söyleşmedim
Visalini münâcaat kıldım bir dağ içinde

Ayrılmadım şeyhimden ırılmadım izinden
Aşkdan bir dolu aldım içdim bir dağ içinde

Bir döşek döşemişler nur ile bezemişler
Dedim bu kimin ola sordum bir dağ içinde

Yunus der ki gezerim dost iledir bazârım
Ol Allah'ın dîdârın gördüm bir dağ içinde

Bunların her bir mısrası kitaplar dolusu mana içerir. Dopdolu. Öyle bir cevher ki; yerdeki cevher gibi estikçe çıkar. Mana içinde mana. Mana içinde mana...

Bu ifade de geçen dağ, insanın kendi vücududur. Yine sözümüze, Niyazî Babamız'la devam ediyoruz: "İçin ile bütünleş. Dışarıyla irtibatını kes. Vücut şehrinin kapılarını kapat. Hak'tan gayriyi, masivayı sokma. Duyduğun, dinlediğin, söylediğin hep Hak olsun."

Ger ölümden kurtulam dersen yürü var âşık ol
Döne döne aşk odıyla cism ü canı kıl kebâb

Ey Baba Niyazî, ölümden kurtulmak olacak şey mi! Herkes ölüyor, dersek.

"İnsanlar, doğarlar; ölürler, ama doğup da ölmeyenler vardır. Neden?"

Ölüm, etin, kemiğin toprağa girmesi değildir. 2500 sene geçmesine rağmen Sokrat'ın 700 sene geçmesine rağmen Yunus'un, Mevlâna'nın, 400 sene geçmesine rağmen Niyazî'nin, eserleri, hatıraları vardır. Onun için söz yaşıyor. İnsan demek söz demektir. Çekirdek sözdür. Söz ölümsüzdür.

"Büyüklerin sözü ölmez. Onlar, sözleriyle kıyamete kadar yaşarlar."

Büyükler dediğim, sözleriyle büyüyenlerdir. Çünkü söz pervanedir; insanı yüceltir. Allah'ın sıfat-ı zatiyyesi "Kelâm" sıfatıdır. Hayat, ilim, semi, basar, irâde, kudret, kelâm, tekvin insanlarda emanettir. Allah, bu özelliklerini içine koyacak bir şey aramış ve adına "insan" demiştir. Allah'ın özelliklerinden, sıfatından başka taşıdığımız hiçbir şey yok. Onlar ise, bizim değil; bizatihi Allah'ın kendisine aittir. Peki, bizim neyimiz var? Koskoca bir hiç! Hz. Peygamber (s.a.v)'in kastettiği fakirlik de budur:

"Fakirliğimle övünürüm."

Bu, ekonomik fakirlik değildir. İnsanın: "Benim" diyeceği hiçbir şey yoktur. Her şey Hakk'ın kendisine aittir. Ancak o, bizden zuhur ediyor ve biz ona: "Bizim" diyoruz. Hayır! "Bizim"dediğimiz de O'nun kendisine aittir.

"İnsan ölür eseri kalır; hayvan ölür semeri kalır."

Âşık olduğun zaman, yeni bir hayat başlar. Aşk, insanı öldürür. Toprak gibidir. Toprağa attığın tohumu da toprak öldürür. Aşk da sineye girdiği zaman insanı öldürür. Masivasını, ene' sini, benliğini, gururunu, kibrini, hasedini, ihtirasını, nefretini, münafıklığını, nankörlüğünü öldürür. İnsanlık dışı hal ve hareketlerini yakar yıkar; insanın gönlünü safi kılar.

Turuk-ı âliyyede "Safiyye" yedinci esmadır. Toprağın tohumu parçalayıp öldürdüğü gibi aşk da insanı öldürür ve âşığın vücudunda yalnız aşk kalır. Ancak o ölen tohumun içinden yeni bir hayat fışkırır. Gerçek hayat da ölümden sonradır.

Gir bu derd meyhanesine koma elden kaseyi

Buradaki- meyhane, nasıl bir meyhanedir? O meyhanenin kapısında "Derd Meyhanesi" yazılı. Bu, zahiri meyhane değil; derd meyhanesidir. Kâse, mürşid-i kâmilin ağzından dökülen ayet ve hadislerin yansıması olan nutk-ı ilâhîyyedir. Dinleyenin gönlünde meydana getirdiği coşkudur; şaraptır. Kuran-ı Kerim, bu şarabı nasıl ifade ediyor.

"Rableri onlara tertemiz şarap içirir." (İnsan Suresi, ayet 21)

Tahûrâ: tertemiz, tortusuz demektir.. Bu şarabın elle tutulan, gözle görülen kadehi yoktur. Çünkü bu şarap, gönülden gönüle intikal eden mana coşkunluğudur. İlm-i ilâhîyi, ilm-i ezelîyi, marifet-i ilâhîyi dinleyenlerin, gönüllerinde meydana getirdiği şarap işte bu şaraptır. Bu şarap muhabbetullahtır ve doyumsuzdur.

Niyazî Hazretleri, bu meyhaneye: "Dert Meyhanesi" derken Hz. Gaybî: "Gönül Meyhanesi" demiştir.

Gönül meyhanesinden aşk şarâbın
Demâdem içmeyen âşık değildir

Burak-ı aşk ile varlık hicabın
Demâdem geçmiyen âşık değildir

Burada "aşk" ı, "Burak"a benzetti. Burak aşktır. Aşk, insanı yükseğe çıkartır. Miraç urûc etmek, yükseğe çıkmak demektir. Aşk, ulvi ve lâtif olduğu için yukarıya tâbidir. Yukarıya meyleder.

"Aşk, kimin sinesine düştüyse onu da urûc ettirir."

Hz. Gaybî, Aşk Burak'ını binip varlık hicabından geçmeyi anlatıyor. Aşk, insanı hicaplardan arıtır. Aşkı anlatmak mümkün değildir.

Ser ü can' terkedip canan yoluna
Konup can bülbülü irfan gülüne

Hümâ-yı sırr ile vahdet iline
Demâdem uçmayan âşık değildir

Kişi, marifet sohbetinin içine girdiyse insan-ı kâmilin fem-i muhsininden, marifet selsebilinden nûş ettiyse artık o, gökyüzüne merdiveni kurmuştur. Yukarı çıkar. Başka türlü uçamaz. Çünkü o, irfan gülüne konan bir bülbül olacaktır. Burada yukarı çıkar sözü, mecazidir.Gerçeği ise, gönül fezasında uçmaktır.

Bütün evliya-yı izam, bütün ulema-yı kiram -gerek zahir âlimleri gerek bâtın âlimleri- Hz. Muhammed (s.a.v.)'in gönül meyhanesinde coştular. O, cihanı coşturdu. O, iksir-i azamdı. Biz, onun meyhanesinin sakîleriyiz; sarhoşlarıyız. Bizde ayık bir damar kalmadı. Tepeden tırnağa o coşkunun içindeyiz. Dünya, bizi elinden kaçırdı. Biz, aşka av olduk. Aşk oku, bizim sinemize saplandı. Aşk, bizi avladı. Bu sarhoşluktan da son derece memnunuz ve mutluyuz. O mutluluğu ifade etmek de mümkün değildir. Çünkü aşk, ifadeye sığmaz. Ateş düştüğü yeri yakar. Bunu, Yunus ne güzel ifade etmiş.

Aşkın odu yüreğimde neler eyler neler eyler
Bugün âşıklar gördüm ol derdimdem haber söyler
Gelin ey derdliler gelin bu derdimden siz de alın
Derdli bilir derdli halin ya derdsizler bunda neyler


Yine Hz. Niyazî'nin nutk-ı şerifine dönelim:

Hiç yürek kanından özge âşıka yoktur şarâb.

"Âşığın içtiği şarap yüreğinin kanıdır," diyor. Geceler, gündüzler, aylar, yıllar, her an öyle devran yapmış; öyle zikrullahla meşgul olmuş ki; artık onun içi kebap olmuş.

Himmetin dâim bu olsun kim Hakk'ı anlayasın
Hakk'ı bilmekten yeğ olmaz dü âlemde sevap

Himmet, kişinin kendi kendine himmetidir. Himmet, salikin ezeli ve fitri istidadı demektir. Bu olunca o istidadın inkişâfı, dünyada gerçekleşecektir. Bunların hepsi, mürşid-i kâmilin irşadıyla olacaktır. Biraz daha açacak olursak kişinin düşüncesi, temennisi, iyi dilekleri, Allah'a teslimiyeti ve o teslimiyyetle, sadakatle Cenab-ı Hak 'tan ilim ve irfan istemesidir. Bunlar, yüksek taleptir ve kişiler talepleri kadardır.

"Başka bir gayretin, himmetin peşinden koşma! Himmetin daima Hakk'ı bilmek, Allah'ı tanımak olsun. Hakk'ı anlamanın yolu himmettir. Hiçbir şey Hakk'ı bilmekten yeğ olmaz."

Eğer insanoğlu, bu dünyada sevap istiyorsa o sevap, Hakk'ı bilmek olmalıdır. Daha büyük sevap yoktur.

Ger azâb-ı âhiretten bulmak istersen halâs

"Hiç kimse şüphe etmesin ki; bu ömrün bir sonu vardır."

Her gelen gider ama işin sonunda bir hesap kitap vardır. Bir mizan vardır. İyiler iyiliklerinin mükâfatını, kötüler kötülüklerinin cezasını çekecek. Kuran-ı Kerim'in ifadesiyle:

"Miskal ağırlığınca günah işleyen, hata yapan onun cezasını, zerre ağırlığınca da iyilik yapan onun mükâfatını görecek." (Zilzâl Suresi, ayet 7-8)

O halde işin sonunda bir hesap vardır. Kötülerin azabı, iyilerin mükâfatı var. Niyazî Baba: "Eğer ahiret azabından kurtulmak istiyorsan"

Arif ol ki cehil odından kopiser cümle azâb

diye buyurmuştur.

Cahillerin başı belâdan kurtulmaz. Çünkü onlar, ilhamını cehaletten, vesveseden, şeytandan, evhamdan alırlar. Arif, ilhamını Haktan alır. Hata yapmaz. Yıllar yılı sarfettiği efor, eğitim, merhamet-i ilâhî, şefâat-i peygamberiyye, himmet-i pirân artık işin sonunda onun hatalı yönünü kapatmıştır. Azabın, cehennemin bir adı da cehalettir.

Bu Niyazî kendinden demez bu sözleri ey püser

Ey dostlar, ey ahbaplar! Siz sakın zannetmeyin ki; Niyazî bu sözleri kendiliğinden
söylüyor. Peki ya ne?

Hep anı söyler duyarsın gökden inen dört kitâb

Şu söylediklerim dört kitabın özüdür; özünün özüdür.