Hoşgeldiniz sayın ziyaretçimiz. Bugün 19 Mart 2024.
E-Posta : Parola :
 

Tanrı yakınlığına eriştin de sanat, sanatkârdan ayrı olmaz sanıyorsun ha!
   Şunu olsun görmez misin? Tanrı velilerinin eriştikleri yakınlıkta yüzlerce keramet, yüzlerce iş güç var.
   Meselâ demir, Davud’un elinde mum oluyor… halbuki senin elinde mum, demir kesiliyor!
   Yaratma ve rızık verme yakınlığında herkes müsavidir, bu sıfatlar herkeste var. Fakat bu ulular, Tanrı aşkının vahyi yakınlığına sahip olurlar.

705. Babacığım, yakınlık da çeşit, çeşittir. Güneş dağa da vurur, altına da!
   Fakat güneşin altına bir yakınlığı var ki söğüdün bundan haberi bile yok!
   Kuru dal da güneşe yakındır, yaş dal da. Güneş hiç ikisinden de gizlenir mi ki?
   Fakat yaş taze dalın yakınlığı nerede? O daldan olgun meyveler devşirmede, olgun meyveler yemedesin.
   Fakat bir de bak, kuru dal, güneşe yakınlığından kuruluktan başka ne bulabilir?

710. Akıllı, aklın başına gelince pişman olacak bir sarhoşluğa düşme.
   O sarhoşlardan ol ki onlar şarap içmeye koyuldular mı olgun akıllar bile onlara hasret çeker.
   Ey kedi gibi kocalmış fareyi tutan, o şaraptan içmiş onunla gıdalanmışsan aslan tut aslan!
   Ey hayale kapılıp aslı olmayan kadehten hayal şarabı içen, hakikat sarhoşları gibi sarhoşluk etme, o tarafa sarkıntılıkta bulunma!
   Sarhoş gibi şu yana, bu yana düşüp durmadasın ama sana bu tarafa yol yok, o tarafa yürü.

715. O yana yol bulursan ondan sonra bazan bu tarafa salın, bazan o tarafta.
   Tamamıyla bu tarafa mensupken o tarafta dem varma. Madem ölümün gelmemiş, yalan yere can çekişme.
   Fakat ebedî hayata erişen ve ecelden korkmayan Hızır canlı kişi, mahlûku tanımasa da caiz.
   Damağını vehmin zevkiyle çeşnilendirir, varlık tulumuna üfürür, kendini havayla şişirip gururlanırsın ama,
   Bir iğneyle o yel kaçıp gider. Dilerim akıllı adam, bu çeşit semirmesin!

720. Kışın kardan testiler yapıyorsun, iyi ama hiç onlar suya dayanır mı?

 
Çakalın boyacı küpüne düşüp boyanması ve çakallar arasında tavusluk  
                                       dâvasına kalkışması

  
Bir çakal boyacı küpüne düştü, orada bir müddet kaldı.       
   Sonra postu boyanmış olarak çıkıp “Ben illiyyin tavusuyum, demeye başladı.
   Postu boyanmış, pek güzel parlamış, güneş de o renklere vurmuştu.
   Çakal, kendini yeşil, kızıl, pembe ve sarı renklerde görüp o çeşitli renklerle öbür çakallara göründü. 

725. Hepsi de “A çakalcık, bu ne hâl? Fazlasıyla neşelere dalmışsın, pek memnunsun.
   Neşeden âdeta bizden nefret ediyorsun! Bu ululuğu nereden elde ettin?” dediler.
   Fakat çakallardan biri “ Sen ya hile yapıyorsun, yahut da hakikaten bir neşeye sahip oldun, neşeliler arasına katıldın. 
   Mimbere çıkmaya, lâfla ulu görünüp bu halkı, kendine meftûn etmeye kalkıştın.
   Bir hayli çalıştım, fakat bir aşk, bir hararet görmeyince hileye sapıp utanmazlığı ele aldım” dedi.

730. Doğruluk ve yanıp yakılma, velilere âdettir. Utanmazlık da her aşağılık kişinin sığındığı bir sanat.
   Bu suretle neşeliyiz diye halkı kendilerine çekerler ama iç yüzlerine bakılırsa hiç de hoş değildirler. 

   
Yalan dâvalarda bulunan birisinin her sabah bir kuyruk  parçasıyla 
       dudağını, bıyığını yağlayıp “Ben şunu yedim, bunu yedim” diye   
                                     dostlarının arasına çıkması


   Aşağılık bir adam, bir kuyruk parçası buldu. Her sabah bıyıklarını onunla da yağlar,
   Devlet sahiplerinin yanına varıp “Evde yağlı yemek yedim” der,
   Sözünün doğruluğunu ispat için de, bıyıklarıma bakın gibilerden eliyle bıyıklarını sıvazlar.

735. “İşte sözümün doğruluğuna şahit... bıyıklarım, yağlı, yağlı şeyler yediğime delil” demek isterdi. 

  
Karnı ise sessiz, sadasız “ Tanrı, yalancıların düzenini kurutsun!
   Senin lâfın bizi ateşlere yaktı. O yağlı bıyığın kökünden kopsun.
   A yoksul, şu kötü dâvan olmasaydı belki bir kerem sahibi bize acırdı.
   Yahut da noksanını, yoksulluğunu söyleseydin, bu yalanları, bu düzenleri düzüp koşmasaydın, bir doktor çıkarda derdine deva ederdi.” derdi. 


740. Tanrı” Ey eğri adam , kulağını, kuyruğunu sallama. Doğrulara, doğrulukları fayda verir” dedi.
   A cenabet, mağarada eğri büğrü yatma. Neyin varsa göster, “doğrul, doğru ol”
   Ayıbını söylemiyorsan bari sus, gösterişte, hileyle kendini öldürme!
   Bir para elde ettiysen ağzını açma. Yolda sınama taşları var. 

  
Sınama taşlarının önünde de halli hallerine sınamalar var, onlar da imtihanlara tabi!

745. Tanrı, “ Doğumdan bu ana kadar onlara her iki kere sınanırlar” dedi.
   Babam, imtihan içinde imtihan var. Derlen toplan da ufacık bir imtihanla kendini satma! 


                
Bâbûr oğlu Bel’am’ın Tanrı imtihanlarından yüzü
                                  ak çıkacağına emin olması


  
Bâbûr oğlu Bel’am’la melûn iblis, en son imtihanda alçaldılar.
  “ O adam da kendi iddiasınca devletli görünürdü ya, fakat midesi, bıyığına lânet eder,
  “ Yarabbi, şu adamın gizlendiğini sen dışarıya vur, meydana çıkar. Bizi yaktı, yandırdı, sen onu rüsvay et” derdi.

750. Onun bedeninin bütün cüzleri, ona düşman olmuştu. O, bahardan dem vurdu ama onlar, kışın ta kendisindeydiler. 

  
Adam, ihsandan, keremden dem vururdu ama merhamet dalını, ta kökünden kesmekteydi.
   Ya doğru ol, doğruluğunu göster, yahut sus da merhamete eriş, sonra coş!
   Adamın karnı da bıyıklarına düşman kesilmiş, gizlice el kaldırıp dua ediyor,
  “ Yarabbi, sen bu aşağılık herifi rüsvay et de kerem sahipleri bize merhamete gelsinler” diyordu. 


755. Karnın duası kabul oldu. İhtiyaçtan doğan yanıp yakılma, dışarıya kadar bayrak açtı, görünür bir hale geldi.
   Tanrı “ Beni çağırdın mı, suçlu da olsam, putperest de olsam ben, yine icabet ederim.
   Onun için duadan hiç çekinme; hiç usanma. Dua, nihayet seni gulyabani nefsin elinden kurtarır.” demiştir. 

  
Karın, kendini Tanrı’ya ısmarlayınca ansızın bir kedi gelip o kuyruk parçasını kaptı, götürdü.
   Ev halkı, kedinin peşine düştüler, fakat kedi koşup kaçtı. Babamın azarına uğrayacağım diye çocuğunun beti, benzi kaçtı.

760. Babası, bir toplulukta otururken o çocukcağız gelip işi anlattı. O lâfla geçinen adamın şerefini bir paralık etti. 

  
Dedi ki: “ Hani her sabah dudaklarını, bıyıklarını yağladığın o kuyruk parçası yok muydu?
   Kedi geldi, onu kapıverdi. Ardına düştük, bir hayli koştuk ama faydasız… yakalayamadık ki!”
   Oradakiler şaşırıp gülüştüler, Bu hâle acıdılar.
   Onu davet edip doyurdular, yeryüzüne benzeyen varlığına merhamet tohumunu ektiler.

765. O da ululardan doğruluk zevkini görünce ululuğu bırakıp doğruluğa kul oldu. 


       
Boyacı küpüne düşen çakalın tavusluk dâvasına kalkışması

  
O rengârenk çakal gizlice çıkagelip kendisini kınayanın kulağına dedi ki:
  “ Hele bir bana, hele rengime bak. Şamanın bile böyle bir putu yoktur.
   Gül bahçesi gibi ne de güzel bir hale geldim, ne de hoş yüzlerce renklere boyandım. Benden baş çekme, secde et bana!
   Şu güzelliğime, şu letâfetime, şu rengime bak da bana Fahri Dünya, Rükn-i din de! 


770. Tanrı lûtfuna mazhar oldum. Ululuk sırlarını şerheden levh haline geldim.
   Çakallar, oraya toplandılar, mumun etrafındaki pervaneye döndüler.
   Hiç çakalda bunca güzellik mi olur?”
  “ Peki a elmasım, sana ne diyelim?” diye sordular. Çakal: “ Müşteri yıldızına benzer erkek aslan deyin” dedi. 

  
Bunun üzerine dediler ki: “ İyi ama can tavusları gül bahçelerinde salınır cilvelenirler.”

775. “ Sen de öyle cilveleniyor musun?” Çakal: “ Yok canım. Çöle düşmeden nasıl Mina’ya vardım diyebilirim?” dedi.
  ”Peki, tavus kuşları gibi bağırabilir misin?”diye sordular. “Kara taştan kaynak mı çıkar hiç” diye cevap verdi.

  
Bunun üzerine dediler ki: “ Tavusun güzellik elbisesi gökten gelir, ezelîdir. Hileyle dâva ile hiç, o güzelliği elde edebilir misin sen?

  
Firavun’un Tanrılık dâvasına kalkışması da çakalın tavusluk iddasına
                                                   benzer

  
Firavun da saçını, sakalını süslemiş, eşekliğinden kendisini Musa’dan yüce göstermeye, ondan daha yücelere bir derece üstün uçmaya kalkışmıştı.
   O da, o boyacı küpüne düşen dişi çakalın soyundandı. O da mal ve mevki küpüne düşmüştü!

780. Kim onun Mevkiini, malını gördüyse secde etti, o da o saçma sapan heriflerin secdelerine kandı. 

  
O yamalı hırka giyen yoksul halkın secdesinden, malına mülküne karşı şaşırmasından âdeta kendinden geçmiş, bir sarhoşçuk oluvermişti!
   Mal, yılandır… onda zehirler var. Halkın mal sahibini büyük sayması, ona secde etmesiyse ejderhadır âdeta.
   A firavun, ululanıp durma. Sen bir çakalsın, tavusluk dâvasına kalkışma. 

  
Tavusların arasına varsan âciz kalır, onlar gibi salınamaz, rüsvay olursun.

785. Musa ile Harun, tavuslara benzerlerdi. Karşısında salındılar, cilvelendiler, seni perişan ettiler.
   Çirkinliğin meydana çıktı, rüsvay oldun gitti. Yücelikten aşağılıklara düşüverdin!
   Mehenk taşını görünce kalp akça gibi simsiyah oldun, 

Üstündeki aslan nakşı gitti, köpekliğin meydana çıktı.
   A uyuz çirkin köpek, hırsından, kızgınlığından aslan postuna bürünme. Aslan kükrer de seni sınar. O vakit üstünde aslan,
   Sureti olduğu, fakat hakikatte köpeklerin huylarına sahip olduğun anlaşılır. 


                 
Ve leta’rifennehum fî lahnil kavli âyetinin tefsiri

790. Tanrı, söz geliminde Peygambere dedi ki: “Münafıkların anlaşılması için en kolay ve görünür delil şudur:
   Münafık iri yarı, korkunç, zâhiren babayiğit görünse bile sen onun sesinin tonundan ve sözünden tanır, anlarsın.
   Testi aldığın zaman o testileri sınar, o testilere vurursun, değil mi? 

  
Neden vurursun? Sesinden kırık testiyi anlamak için.     
   Kırık testinin sesi daha başka türlü olur. Ses, çavuşa benzer, önde gider.

795. ”Ses gelir de o şeyin ne olduğunu anlatır, onun ahvalini sayar, döker. Ses mastara benzer, fiil de o mastarı tasrif eder!
   Sınama sözü gelince hemencecik Hârût hikâyesini hatırladım.

 
Hârût’la Mârût’un hikâyesi ve onların Ulu Tanrı’nın sınamalarına karşı
                                           yiğitlik taslamaları

Bundan önce de bu bahse dair az bir söz söylemiştik. Fakat zaten ne kadar söylesek ancak binde birini anlatabiliriz.
   Bu vakayı adamakıllı anlatmak istedim ama şimdiye kadar söz, sözü açtı, birçok sebeplerle kalıp gitti.
H   ele bir hamle daha edeyim de çoğundan azını, âdeta filin tek bir uzvunu söylemiş olayım.


800. Ey yüzüne kul, köle olduğumuz, Hârût ve Mârût kıssasını dinle!
   Tanrı lûtuflarını , padişahın lûtuf şeklinde tecelli eden şaşılacak kahırlarını seyretmekten sarhoş olmuşlardı.
   Tanrı’nın kahırlarında böyle sarhoşluklar varken Tanrı miracının ne sarhoşlukları var?

  
Tuzağındaki tane,insana böyle bir sarhoşluk verirse ya nimet sofrası ne yapar ne lûtuflarda bulunur?
   Hârût da Mârût da sarhoş olmuşlar, bağlarını çözmüşler, kayıttan kurtulmuşlar, âşıkçasına hayhuylar ediyorlar naralar atıyorlardı.

805. Fakat yolda öyle bir tuzak, öyle bir imtihan vardı ki kasırgası dağları bile saman çöpü gibi kapıp götürebilirdi.

  
Bu sınama bunları altüst etmekteydi. Fakat sarhoşun bunlardan ne haberi olabilir ki?
   Sarhoşun önünde hendek de birdir, meydan da. Ona kuyu da doğru yol kesilmiştir, hendek de!
   Dağ keçisi, yüce dağ başlarında yiyecek arar, hiçbir zarara uğramadan koşar durur !

  
Yiyecek bulmak, yayılmak üzereyken ansızın feleğin sınaması gelir çatar.

810. Öbür dağa bakar, orada bir dişi dağ keçisi görür.
Derhal gözleri kararır. Bu dağdan ta o dağa sıçramak ister.
   Dişi keçinin bulunduğu dağ, ona o kadar yakın görünür ki oraya sıçramak, ev kapısının etrafında koşup dolanmak kadar kolay gelir.
   Binlerce arşın yol ona iki arşınlık bir mesafe görünür, o sarhoşlukla sıçramak ister.
   Sıçrayınca da iki amansız dağın arasında ki çukura düşüverir.

815. O avcılardan dağa kaçmıştı, kaçıp sığındığı yer, kanını döker.

  
Avcılarsa o iki dağ arasındaki yarda oturmuş, bu azametli kaza ve kaderin zuhurunu beklemekteler…
   Dağ keçisi, ekseriyetle böyle avlanır. Yoksa bu hayvan, pek yürük, pek çeviktir, düşmanını sezer, anlar.
   Rüstem’in kellesi, kulağı yerindedir, sakallı, bıyıklı bir adamdır. Ama ayağını tutup onu kafese sokan tuzak, şehvettir.

   
Benim gibi şehvet sarhoşluğundan kesil, bu sarhoşluğu, devede seyret !
 
820. Sonra da âlemdeki bu şehvet sarhoşluğu, bil ki meleklerin sarhoşluğuna karşı pek hordur, pek bayağıdır.
   O sarhoşluk, bu sarhoşluğu kırar, mahveder. Melek, nasıl olur da şehvete iltifat eder ki?
   Tatlı suyu tatmadıkça acı su, insana gözünün nuru gibi hoş gelir.

  
Gökyüzü şaraplarının bir katrası bile insanı şaraptan da vazgeçirir, sâkilerden de!
   Artık düşün sen, meleklerin ne sarhoşlukları olur, tertemiz ruhlar, ululuktan ne mestîliklere düşer!..

825. Onlar, bu şaraptan bir koku alarak gönüllerini vermişler, bu âlem şarabının küpünü kırmışlardır.

  
Ancak, ümitsiz ve o âlemden uzak olanlar, kâfirler gibi kabirlerinde gizlenmişler,
   İki âlemden de ümitlerini kesmişler, hadde hesaba gelmez dikenler ekmişlerdir!
   Hârût la Mârût, sarhoşluklarından “ Ah ne olurdu, bulut gibi biz de yeryüzüne rahmet yağdırsak,
   Bu zulüm yurduna adalet, insaf, ibadet ve vefayı yaysaydık” dediler.


830. Onlar bunu dedi ama kaza ve kader de “ Durun ayaklarınızın önünde gizli tuzaklar pek çok.
   Kendinize gelin de belâ çölüne küstahça gitmeyin… Kendinize gelin de körcesine Kerbelâ’ya at sürmeyin!
   Çünkü o çölde helâk olanların kıllarından, kemiklerinden yolcu, ayak basacak yer bulamaz.
   Yol, baştanbaşa kıl, kemik, sinir doludur. Tanrı’nın kahır kılıcı, nice varları yok etmiştir!
   Tanrı, “ Tanrı’nın inayetine erişen kullar, yeryüzünde yavaş ve mülâyim bir surette yürürler” dedi.


835. Ayağı yalın olan dikenlikte nasıl yürür? Dura, dura. Düşüne, düşüne, ihtiyatla adım ata ata! diyordu.
   Kaza bunu söylüyordu ama onların kulakları, coşkunlukları yüzünden tıkanmış, sağır olmuştu.
   Varlıklarından kurtulanlardan başka herkesin gözlerini bağlamışlar, kulaklarını tıkamışlardır.

  
Gözleri, Tanrı inayetinden başka ne açar, kızgınlığı sevgiden başka ne yatıştırır?
   Dilerim, Tanrı ihsanı olmayan muvaffakiyete ulaşmak için çalışıp çabalama, dünyada kimseye mukadder olmasın, Doğruyu Tanrı daha iyi bilir.

  
Firavun’un Musa aleyhisselâm’ı rüyada görmesi ve doğmaması  için
                                           tedbirlere girişmesi

840. Firavunun çalışıp çabalaması, Tanrı ihsânı olan muvaffakiyete ulaşmamıştı. Tanrı muvaffakiyet vermediği için de diktiği yırtılıp sökülüyordu.
   Hükmünde binlerce müneccim, binlerce düş yorucu, binlerce büyücü vardı.
   Firavun’a rüyâsında Musa’nın doğacığını, Firavun’u ve saltanatını mahvedeceğini göstermişlerdi.
   Düş yorucularla müneccimlere “ Bu hayâlin, bu kötü rüyânın delâlet ettiği şeyi nasıl defetmeli?” dedi.
   Hepsi de dediler ki: “ Bir tedbirde bulunalım, çocuğun doğmasına mâni olalım”

845. Doğum gecesi gelince Firavun kulları şu tedbiri kabul ettiler, şunu münasip gördüler:
   O gün İsrailoğullarını erkenden meydana, padişahın huzuruna götüreceklerdi.
  “ Ey İsrail oğulları, haydin… sizi padişah filân yerde huzuruna çağırıyor.
   Sizi örtüsüz, nikapsız yüzünü gösterecek, sevaba ermek üzere size ihsanlarda bulunacak” diye tellâllar bağıracaklardı.
   Çünkü o esirler, Firavun’a hiç yaklaşmazlardı, onu görmelerine izin yoktu.

850.  Hattâ yolda ona rastlasalar yüzü koyun yere kapanmaları emredilmişti.
   Kanun buydu: hiçbir esir, ister vakitli olsun, ister vakitsiz, o padişahın yüzünü göremeyecek.
   Yolda çavuşların seslerini duydu mu, yüzünü görmemek için duvara dönecekti.
   Şayet yüzünü görürse mücrim sayılır, başına gelecek en kötü şeyler gelip çatardı.
   Onlarda görmeleri men edilen o yüzü görmeyi pek isterlerdi. İnsan men edildiği şeye haristir derler.

     İsrailoğullarını, Musa aleyhisselâm’ın doğumuna mâni olmak üzere    
                                           meydana çağırmaları


855. ( Tellâllar bağırdılar:) “ Esirler, meydana doğru koşun. Umulur ki padişahlar padişahı, size yüzünü gösterecek. İhsanlarda bulunacak!”
   İsrailoğulları bu müjdeyi duyunca padişahın didarına susuz ve müştak olduklarından,
   Hileye inandılar. Süslenip  püslenip o tarafa doğru koştular.

                                          Hikâye

   Hani şunun gibi: Burada da hilekâr Moğollar,  “Mısırlılardan birini arıyoruz .
   Mısırlıları bu tarafa toplayın da aradığımızı ele geçirelim” derler.

860. Kim gelirse “ hayır bu değil. Sen geç oracıkta otur”derler de,
   Bu suretle herkes derlenip toparlandı mı bu hileyle hepsinin boynunu vururlar.
   Onlar, ezan sesi duyunca Tanrı davetçisine uymazlardı ya… Onun şomluğu yüzünden.
   Hilekâr Moğolların daveti, onları ölüme kadar çekti, sürdü. Akıllı kişi, sakın Şeytan’ın hilesinden !  
   Yoksulların, muhtaçların seslerini içesiye duy da hilebaz kişinin sesi, kulağını tutup çekmesin!

865. Yoksullar, tamahkâr ve kötü huylu adamlarsa bile sen yine gönül sahibini onların içinde ara!
   Denizin dibinde inciler, taşlarla karışık olarak bulunur. Öğülecek şeyler, ayıplar, kusurlar arasında olur.
   İsrailoğulları coşarak erkenden meydana doğru koştular.
   Firavun bu hileyle onları meydana götürünce güzelim yüzünü onlara gösterdi.
   Gönüllerini aldı, ihsanlarda bulundu, vaitler etti.

870. Ondan sonrada “ Canınız için ne olur. Bu akşam hepiniz bu meydan da kalın, burada yatın uyuyun” dedi.  
   Cevap vererek dediler ki, “Sana kulluk eder, sözünü dinler hattâ dilersen burada bir ay otururuz”

      
Firavun’un, doğum gecesi, İsrailoğullarını karılarından ayırdığına    
                           sevinerek meydandan şehre dönmesi

   Firavunun, geceleyin “ Bu gece doğum gecesi, fakat hepside karılarından ayrı” diye sevinerek geri döndü.      
   Haznedarı İmran da yanındaydı. Onunla konuşa  konuşa şehre geldi.
   Ona, “ İmran, bu gece sen de burada yat, karının yanına gitme onunla buluşma” dedi.

875. İmran, “ Peki, burada yatarım, senin gönlünün istediği şeyden başka bir şey düşünmem bile” dedi.  
   İmran da İsrail oğullarındandı. Fakat Firavun’a âdeta gönüllü , candı.
   Firavun, onun isyan edeceğini, gönlünü korktuğu şeyi yapacağını nereden aklına getirecekti?

     
İmran’ın, Musa’nın anasıyla buluşması ve kadının Musa’ya gebe          
                                                   kalması

   Firavun gitti, İmran da orada yatıp uyudu. Gece yarısından sonra karısı, onu görmeye geldi.
   Üstüne kapanıp dudaklarından öpmeye koyuldu. Gece yarısı, onu uykudan uyandırdı.

880. İmran uyanıp karısını gördü. Kadın, hoşuna gitti, dudak dudağa öpüşmeye başladılar.
   İmran, “ Bu zamanda nasıl geldin?” dedi. Kadın “Sana iştiyakımdan. Tanrı’nın kaza ve kaderi bu” diye cevap verdi.
   İmran, karısını sevgiyle kucakladı kendini tutamadı.   
   Onunla buluştu ve emaneti ona verdi. Sonrada dedi ki: “ Kadın, bu küçük bir iş değil!”
   Demir taşa çalındı, bir ateştir sıçradı. Hem de öyle bir ateş ki padişahtan da saltanatından öç alıcı, padişaha da, saltanatına da kin güdücü bir ateş.

885. Ben buluta benziyorum sen yersin Musa’da nebat. Tanrı , satranç oyununda şahı sürüyor, bir yutulduk mu yutulduk!
   Hanım, yutulmayı da hakikî padişah olan Tanrı’dan bil, yutmayı da. O işi bizden bilip bize hayıflanma!
   Firavun’un korktuğu şey yok mu ? Seninle buluştum, meydana geldi işte!

        
İmran’ın karısıyla buluştuktan sonra “ Beni görmemiş ol” diye
                                               nasihat etmesi


   Sakın bunu kimseye söyleme, gizle de bana da yüzlerce türlü gam, gussa gelmesin, sana da.
   Sonucu, bunun eserlerini meydana çıkar çünkü nazeninin, alâmetleri belirdi!”

890. Tam o sırada meydandaki halktan naralar duyulmaya, yer, gök nâralarla dolmaya başladı.
   Firavun, bu nâralardan korkup sıçradı, gürültünün ne olduğunu anlamak için yalınayak koştu.

  
Meydandan gelen ve dehşetinden cinleri, perileri bile korkutan bu nâralar, bu gürültüler nedir anlamak istiyordu.
   İmran, “ Padişahımızın ömrü uzun olsun…İsrailoğulları, lûtfundan neşeleniyorlar.
   İhsanlarına seviniyorlar, oynuyorlar, ellerini çırpıyorlar “dedi.

895. Firavun dedi ki” Olabilir. Fakat beni adamakıllı bir vehim, bir endişedir kapladı.


                              Firavun’un o sesten korkması

  
Bu gürültü, âsabımı bozdu. Bu acı dertle, kederle âdeta beni kocattı.”
   Padişah, bütün gece ağrısı tutmuş gebe kadın gibi bir yandan bir yana gidip geliyor.
   Her an “İmran, bu nâralar, beni dehşetle yerimden sıçrattı” diyordu.
   Zavallı İmran’ın kudreti yoktu ki karısıyla buluştuğunu söylesin.

900. Karısı gebe kalınca gökte Musa’nın yıldızının belirdiğini anlatsın.
   Her peygamber, ana rahmine düşünce yıldızı da gökte zuhur eder, parlamaya başlar.

      
Gökte Musa aleyhisselâm’ın yıldızının belirmesi ve meydanda    
                                         müneccimlerin feryadı

  
Kör Firavun’un hilelerine, tedbirlerine rağmen gökyüzünde Musa’nın yıldızı belirdi.
   Sabah olunca İmran’a “ Git de o gürültünün, o patırtının ne olduğunu anla” dedi.
   İmran, meydana koşup “ Bu ne gürültüydü? Padişahlar padişahı uyuyamadı” deyince,

905. Her müneccim, yaslılar gibi başı açık, yeni yakası yırtık bir halde toprağı öptü.

  
Yaslılar gibi sesleri ses veriyor, feryatları ortalığı dolduruyordu.
   Saçlarını, sakallarını yolup, yüzlerine vuruyorlar, gözleri kanlı yaşlarla doluyordu.
   İmran “ Hayrola. Bu ne feryat, bu ne hâl? Bu yomsuz yıl, kötü alâmetler mi gösteriyor yoksa?” dedi.
   Özürler serdederek dediler ki: “Emîr Tanrı’nın kaza ve kaderi bizi esir etti.

910. Her çareye başvurduk, fakat padişahın devleti karardı, düşmanı dünyaya geldi, galip oldu.
   Geceleyin gökyüzünde o çocuğun yıldızı göründü, bizi kör etti.
   O Peygamber’in yıldızı gökte yüceldi, biz de ağlamaya, yıldızlar gibi gözyaşları dökmeye başladık.”
   İmran , içinden sevindi, fakat zâhiren “ Eyvahlar olsun!” diye elini başına vurup,
   Kızgın suratı asık bir halde deliller gibi akılsız.

915. Ve gûya kendini bilmez bir halde müneccimlerin üstüne yürüyüp onlara bir hayli ağır sözler söyledi.
   Kendini meyus ve mahzun göstererek sevincini gizliyor, onlara oyun oynuyordu.
  “ Padişahımızı aldattınız, hıyanetten, tamahtan vazgeçmediniz.
   Onu bu meydana kadar sürükleyip yüzünün suyunu döktünüz, şerefini hiçe saydınız.
   Ellerinizi, göğüslerinize koyup padişahı dertlerden kurtaracağız diye vaitlerde bulundunuz” dedi.

920. Padişah da bunu duyunca “ Hainler, dedi, ben de sizi asayım da görün.
   Kendimizi gülünç hallere soktuk, düşmanlara mallar ihsan edip ziyana girdik.
   Bu gece bütün İsrailoğulları, karılarından uzak kaldılar diye,
   Mal da gitti, şeref de. İşe gelince hiçbir şey olmadı. Bu mudur iyi adamların muaveneti, bu mudur iyi kişinin yapacakları iş?
   Yıllardır paralar, libaslar alıyor, ülkelerin servetini rahatça yiyip duruyorsunuz.

925. Bu mu sizin tedbiriniz, bu mu nücum bilginiz? Siz besbedava lokma yiyen hilekâr ve şom kişilersiniz.
   Sizi öldürür, parçalatır, ateşlere atar, burunlarınızı, kulaklarınızı, dudaklarınızı kestirir…
   Sizi ateşe odun yapar, yiyip içtiklerinizi fitil fitil burnunuzdan getiririm.”
   Müneccimler, secde edip “Padişahım, Şeytan bu sefer bize galebe etti.
   Fakat yılardır nice belâlar defettik. Yaptıklarımıza vehim bile hayran olmakta.

930. Bu sefer tedbirimiz, hiçe çıktı. O Peygamber’in anası gebe kaldı, o, ana rahmine düştü.
   Düştü ama padişahım, suçumuzu, affettirmek için biz de doğum gününe dikkat ederiz.
   Bu fırsatı da kaçırmamak, kaza ve kaderin zuhuruna mâni olmak için doğacağı günü hesaplayacak, gözleyeceğiz.
   Ey akıllarla fikirler, reyinin kulu, kölesi olan padişah, bunu da yapamazsak bizi öldür” derler.
   Firavun, düşmanları vurup öldüren takdir oku, yayından fırlamasın diye günden güne dokuz ayı sayıp duruyordu.

935. Takdirle savaşa girişen, takdire baskın yapmaya kalkışan, başaşağı gelir, kendi kanına bulanır.
   Yer, göğe düşmanlığa kalkışırsa çoraklaşır, ölü haline girer.
   Resim, ressamına pençe vurmaya kalkarsa kendi saçını sakalını yolmuş olur!

 
Firavun’un hileye girişerek yeni doğuran kadınları meydana çağırması
 
   Dokuz ay sonra padişah, yine tahtını meydana kurdurup tellâllar çağırttı.
   Tellâllar, “ Kadınlar, bütün israiloğullarının kadınları çocuklarıyla meydana gelsinler.

940. Bundan önce erkekler, ihsanlara nail oldular. Elbiseler, altınlar elde ettiler.
   Kadınlar, bu yıl devlet sizin. Herkes dilediği şeye nâil olacak.
   Padişah, kadınlara elbise verecek, ihsanlar edecek. Çocukların başlarına da altın külâhlar koyacak.
   Padişah diyor ki “Hele bu ay doğanlar yok mu, bilhassa onlar ihsanıma, hazinelerime ulaşacaklar” diye bağırdılar.
   Kadınlar, sevindiler, çocuklarıyla çıktılar, padişahın otağına kadar gittiler.

945. Yeni doğurmuş olan her kadın, hileden, kahırdan emin bir halde şehirden çıkıp meydana yöneldi.
   Kadınların hepsi toplanınca erkek çocukları analarının kucaklarından aldılar.
   Düşman doğmasına, felâket artmasın diye gûya ihtiyata riayet ederek başlarını kestiler.

    
Musa’nın vücuda gelmesi, memurların İmran’ın evine gelmeleri,    
           Musa’nın anasına, Musa’yı ateşe at diye vahiy edilmesi

   Musa’yı doğurmuş olan İmran ’ın karısına gelince elini, eteğini çekmiş, o kargaşalıktan, o toz dumandan kurtulmuştu.
   Fakat o alçak Firavun , evlere de hafiye olarak ebeler gönderdi.

950. “ Burada bir çocuk var. Anası, ürktüğü,şüphelendiği için meydana gelmedi.
   Bu sokakta güzel bir kadın var, bir de çocuk doğurmuş… fakat pek akıllı, pek tedbirli bir kadın” diye kovaladılar.
   Bunun üzerine memurlar eve gelince Musa’nın anası, Tanrı emriyle Musa’yı tandıra attı.
   Bilen Tanrı’dan kadına “Bu çocuğun aslı Halil’dendir.
   Ey ateş, soğu, yakma emrinin koruması yüzünden ateş yakmaz, bir zarar vermez” diye vahiy gelmişti.

955. Kadın, vahiy üzerine Musa’yı ateşe attı. Fakat, ateş Musa’yı yakmadı.
   Memurlar, bunu görünce meyus olup muratlarına erişmediler, çekilip gittiler. Fakat kovucular, yine bu işi anlayıp,
   Firavun’dan birkaç para koparmak için memurlara macerayı anlattılar.
   O tarafa dönün, pencereden iyice bir bakın dediler.

                 
Musa’yı suya at diye anasına vahiy gelmesi

   Musa’nın anasına yine “Çocuğunu suya at, saçını, başını yolma, ümitlen,

960. İtimat et, onu Nil’e at… ben, onu yüzü ak olarak sana kavuştururum” diye vahiy geldi.
   Bu sözün sonu gelmez ki. Firavun’un bütün hileleri, yakasına, paçasına dolaşmaktaydı.
   O, dışarıda yüz binlerce çocuk öldürüyordu; Musa ise evinin içinde baş köşede yetişmekteydi.
   O uzağı gören kör Firavun , hilelere sapıp deliliğinden nerede yeni doğmuş bir çocuk varsa öldürtmekteydi.   
   İnatçı Firavun’un hilesi ejderha idi, bütün âlem padişahlarının hilelerini yutmuştu.

965. Fakat ondan daha Firavun birisi zuhur etti. Onu da yuttu, hilesini de!
   O bir ejderha idi, asâ da bir ejderha oldu. Bu, onu Tanrı tevfikiyle sömürüp yutuverdi!
   El üstünde el var… nereye kadar bu. Ta son erişilecek menzile, ta Tanrı’ya kadar!
   Çünkü o, öyle bir denizdir ki ne dibi var, ne kıyısı! Bütün denizler, ona karşı sele benzer.
   Hileler, tedbirler ejderha ise Tek Tanrı önünde hepsi de hiçtir!

970. Sözün, buraya gelince yere baş koyup mahvoldu… doğru yolu Tanrı daha iyi bilir!
   Firavunda olan yok mu? Sende de var. Fakat senin ejderha kuyuya hapsedilmiş!...
   Yazıklar olsun… bunların hepsi de senin ahvalin. Fakat sen, onları Firavun’a isnat etmek istersin.
   Senin hâlinden bahsettiler mi canın sıkılır, başkasından bahsettiler mi sana masal gelir.
   Lâkin nefis seni ne de harap etmiş… bu arkadaşın da seni hikâyelerle uzaklara atmakta!

975. Senin ateşine, Firavun’un ateşine atılan odun atılmamakta, onun gibi fırsat bulamıyorsun sen. Yoksa fırsat bulsan senin ateşin de Firavun’un ateşi gibi yalımlanır!

         
Yılancının donmuş bir ejderhayı ölü sanarak iple baplayıp
                                         Bağdat’a getirmesi

   Eski vakaları bilip söyleyenden bir hikâye dinle de bu üstü örtülü sırdan bir koku al.
   Bir yılancı, afsunlarla yılan tutmak üzere dağlara yüz tuttu.
   Arayan ister yavaş gitsin, ister hızlı ,nihayet aradığını bulur.
   İki elini de aramadan çekme. Arama, yolda en iyi bir kılavuzdur.

980. Topal olsan, sakat olsan bile, uyuklar gibi halde, hattâ edepsizcesine de olsa ona doğru kımıldan, onu ara.  
   Gâh lâfla, gâh susarak, gâh şuraya, buraya boynunu uzatarak, o padişahın kokusunu almaya çalış.
   Yakup, oğullarına “ Yusuf’un kokusunu haddinden fazla arayın” dedi.
   Siz de her duygunuzu istidatlı bir hâle getirin de her yanda adamakıllı onu araştırın.
   Allah, “Tanrı lûtfundan meyus olmayın, ümit kesmeyin” dedi. Çocuğunu kaybetmiş Yakup gibi sen de bucak bucak yürü.

985. Onu ağzınla sorup soruşturun. Dört yana kulak verip onu araştırın!
   Nereden bir güzel koku alırsan koklayın. Ne taraftan o âşinanın kokusunu alırsanız o tarafa yürüyün!
   Nerede bir kişiden lûtuf görürsen o adama mukayyet ol… belki o lûtfun aslına yol bulursun, olur ya!
   Bütün bu hoşluklar, ulu bir denizdendir. Sen cüzü bırak da külle dön.
   Halkın savaşları hep güzellik içindir, hep iyilik içindir. Fakat yoksulluk azığı yok mu, asıl saadet nişanesi odur.

990. Halkın kızışları sulh içindir ama rahata ulaşma tuzağı, daima rahatsızlıktır, zahmetle rahata ulaşılır.
   Her sille, okşamak içindir... Her şikâyet, insana şükretmeyi andırır.
   Ey kerem sahibi, cüzden kül kokusunu al…ey hakîm, zıttan zıddı istidlâl et!
   Doğrusu savaşlar, barışa sebep olur. Yılancı da kim için yılan aradı.
   İnsan, geçim için, rahatlık için yılan arar, gamdan kurtulmak için gam yiyip durur.

995. O da o karda, kışta dağları dönüp dolaşmakta, iri bir yılan arayıp durmaktaydı.
   Derken bir dağda iri bir ölmüş yılan gördü. Şekli bile gönlünü dehşetle dolduruyordu.
   Yılancı, o şiddetli kış mevsiminde yılan ararken o koskoca ölü ejderhayı gördü.
   Yılancı, halkı hayretlere düşürmek için yılan tutar. İşte sana halkın bilgisizliği!
   İnsan, bir dağa benzer, dağ nasıl aldanır, nasıl olur da bir yılana hayran olur?

1000. Yoksul âdemoğlu kendisini tanımadı, bilmedi, fazilet makamından gelip bu noksan âlemine düşüverdi.
   İnsan kendisini ucuz sattı. Atlastı, kendini bir hırkaya yamadı gitti!
   Yüz binlerce yılan ve dağ, ona hayranken o , niçin hayretlere düştü, yılan sevdasına kapıldı?
   Yılancı, o ejderhayı tutup, halkı hayrete düşürmek için Bağdat’a geldi.
   Birkaç para elde etmek için o çadır direği gibi ejderhayı çekip sürükledi.

1005. “ Ölü bir ejderha getirdim. Avlamak için ne zahmetler çektin” diyordu.
   O, ejderhayı ölü sanıyordu. Fakat iyi dikkat etmemişti. Ejderha diriydi.
   Kıştan, soğuktan donmuştu. Diriydi ama ölü gibi görünüyordu.
   Âlem de donmuştur da adı cemad olmuştur. Üstadım, camit, donmuş demektir.
   Mahşer güneşi doğuncaya dek sabret de âlem cisminin hareketini gör.

1010. Musa’nın elinde asâ, yılan oldu ya… bütün âlemi de buna kıyas et.
   Senin bir avuç topraktan ibaret olan varlığını nasıl bir cisim haline getirir? Bütün toprakları da bilgi ve anlayış sahibi bilmek gerek.
   Bunların hepsi de bu âleme göre ölü, fakat hakikat âleminde diridir. Burada susup duruyorlar ama orada söylemekteler.
   Onları hakikat âleminden bize yolladılar mı işte asâ, bize ejderha kesilir.
   Dağlar, sese gelir, Davut’la beraber ırlar, ilâhi okur, demir bile avucunda mum gibi yumuşar.

1015. Rüzgâr, Süleyman’ı yüklenir, taşır; deniz Musa ile konuşur.
   Ay, Ahmet’in işaretini emrini anlar, fermanına uyar; ateş, ibrahim’e ağustos gülü olur…
   Toprak, Karun’u yılan gibi sömürür, yutar; Hannâne direği akla, fikre sahip olur...
   Taş, Ahmet’e selâm verir; Dağ Yahya’ya haber yollar…
   Hepsi de bunlara “ Biz size karşı duyar, görürüz… sizinle hoşuz, neşeliyiz. Fakat namahremlere karşı susup durmaktayız” derler.

1020. Ama siz bir cemada gidiyor, ona yöneliyorsunuz. Artık cematların canına,sırrına nasıl mahrem olursunuz ki?
   Cematlardan can âlemine gidin de âlemin cüzülerinin ahengini duyun!
   O vakit cansız şeylerin tespihlerini apaçık duyarsın da tevil vesveselerine kapılmazsın.
   Can âleminde kandiller yok da görmek için tevillere yapışıyorsun.
   “ Tespihten maksat, nasıl olur da zâhirî tespih olur? Bu tespihte bulunan bu cansız şeyleri görmek de sapıklıktan başka bir şey değil.

1025. Doğrusu şu: onları gören, ibret alır da Tanrı’yı tespih eder.
   Sana Tanrı’yı tespih etmeyi hatırlıyor ya… işte bu tespihe delil olmaları, onları tespih etmesi demektir” dersin.
   İtizal ehlinin tevili budur işte. Hal nuruna sahip olmayan kişinin işi budur.
   İnsan, duygudan çıkmadı mı gayb âlemine tamamıyla yabancıdır.
   Bu sözün sonu gelmez… Yılancı, o yılanı yüzlerce zahmetle çeke çeke,

1030. Bağdat’a kadar geldi. o maceracı adam, çarşıda bir hengâmedir koparmak için,
   Yılanı Şat kıyısına koydu.Bağdat şehrinde bir gürültüdür koptu,
   “ Bir yılancı ejderha getirmiş, acayip görülmemiş mefret bir şey. Nasıl da avlamış?” diye,
   Yüz binlerce ahmak adam toplandı, ahmaklıklarından onlar da yılancı gibi yılana avlandılar.
   Onlar, yılanı görmek için bekleşiyorlardı. O da etraftaki halk tamamıyla toplansın diye bekliyordu.

1035. Halk, iyice toplansın da elime geçecek para çok olsun diyordu.
   Yüz binlerce herzevekil toplandı, halka oldular. Bir ayak, bin ayak üstüne geldi!
   Kalabalıktan erkeğin kadından haberi yoktu. Halkla ileri gelenler birbirlerine girmiş âdeta kıyametten bir alâmet olmuştu.
   Yılancı, yılanın üstündeki kilimi kımıldattıkça halk, parmaklarının ucuna basıp boyunlarını uzatıyordu.
   Ejderha, zemheriden donmuştu. Yüzlerce kilimin, kebenin altındaydı.

1040. Yılancı, ihtiyatı elden bırakmamış, onu kalın iplerle bağlamıştı.
   Fakat halkın toplanmasını beklerken epeyce bir zaman geçmiş, Irak güneşi, yılanın üstüne vurmuştu.
   Güneş onu epeyce ısıtınca âzasından soğuk ahlât sıyrılıp gitmişti.
   O müddet zarfında ölü bir halde bulunan ejderha dirildi, kımıldamaya başladı.
   Ölü yılanın kımıldadığını görünce halkın hayreti birken yüz bin oldu.

1045. Şaşkınlıklarından naralar atarak hep birden kaçışmaya koyuldular.
   Ejderha, halkın gürültüsünden çatır, çatır bağlarını koparmaya başladı. İplerin her biri bir yana düştü.
   İplerini koparıp kilimin altından sıyrıldı. Bir de ne görsünler, aslan gibi kükreyen çirkin, mefret bir ejderha!
   Kaçarken halk birbirini çiğnedi, birçok kişiler ayak altında kalıp öldüler, ölülerden yüzlerce yığın oldu.
   Yılancı, ben meğerse dağdan, ovadan ne getirmişim diye korkusundan yerinde katılıp kaldı.

1050. O kör koyun kurdu uyandırdı. Cahil, Azrail’in yanına kendi ayağıyla gitti.
   Ejderha o ahmağı bir lokma ediverdi. Haccac’a kan dökmekten kolay ne var,
   Sonra da bir direğe sarılıp kendisini sıktı, karnında herifin kemiklerini çatır, çatır kırdı.
   Senin nefsinde bir ejderhadır.O,nereden öldü ki? Dertten, eline fırsat düşmediğinden dondu, yoksa!
   Firavun’un eline geçenler, onun da eline geçse neler yapmaz! Irmak bile, Firavun’un emriyle akardı.

1055. Onun eline de böyle bir kudret düşse hemen firavunluğa başlar, yüzlerce Musa’nın da yolunu vurur, yüzlerce Harun’un da!
   O ejderha, yoksulluk elinde bir kurtcağız kesilir. Mevki ve mal yüzünden bir sivrisinek büyür, çaylaklaşır!
   Ejderhayı ayrılık karı içinde tut, sakın onu Irak güneşinin altına getirme.
   Ejderhan donmuş bir halde iken selâmettesin fakat kurtuldu, kendine geldi mi ona lokma olursun.
   Onu mat et de mat olmaktan emin ol. Ona pek acıma, o iyilik edilecek kişi değildir.

1060. Üstüne şehvet güneşi vurdu mu o geberesice hemen yarasa gibi kanatlarını çırpmaya, uçmaya başlar.
   Ercesine onu savaşa çek, babayiğitçe onunla vuruş… Tanrı, sana vuslatıyla karşılık versin!
   Hulâsa o adam ejderhayı getirip de o korkunç şey, sıcak havada kendine gelince,
   O fitneleri meydana çıkardı. Hattâ azizim, söylediklerimizin yüz kat üstününü yaptı!
   Sen ona zahmet, eziyet vermeden uslu, rahat ve vefakâr bir halde tutmayı mı umuyorsun?

1065. Bu, her aşağılık kişiye nasip mi olur? Ejderhayı öldürmeye bir Musa gerek.
   Yüz binlerce halk onun tedbiriyle mağlûp oldu, ejderhasından yılıp kaçtı, ölüp gitti!

                
Firavun’un Musa aleyhisselâm’ı tehdit etmesi

   Firavun, Musa’ya “ Ey Kelîm, sen neden halkı öldürdün, neden halka korku saldın?
   Halk, senden yılgınlığa düştü, kaçışırken ayaklar altında çiğnenip öldü.
   Hulâsa, halk sana düşman kesildi. Sana karşı erkeğin gönlünde de kin var, kadının gönlünde de.

1070. Halkı kendine davet ediyorsun ama iş aksi çıktı. Sana aykırı hareket etmekten başka çareleri kalmadı.
   Ben de senin şerrinden kaçıyor, sana aşikâre karşı durmuyorum ama aleyhine çömlek kaynatıp duruyorum.
   Beni aldatmayı gönlünden çıkar, arkandan, gölgenden başka kimsenin geleceğini umma.
   Bir iş becerdim, halkın gönlüne bir korkudur saldım diye mağrur olma.
   Bunun gibi yüzlerce iş becersen sonunda yine rüsvay olursun, hor hakir bir hale gelirsin, seninle alay eder, sana gülüşürler.

1075. Senin gibi nice hilebazlar vardı, bizim Mısır’ımız da nihayet rüsvay oldular” dedi.

               
Musa’nın Firavun’un tehdidine cevap vermesi

   Musa, Firavun’a dedi ki: “Ben, Tanrı emrine karışamam. Emreder de kanımı bile dökerse korkum yok.
   Ben, bu âlemde rüsvay olayım, buna hem razıyım, hem de şükrederim… tek Hak yanında yüce olayımda.
   Halka karşı hor hakir olayım, benimle alay etsinler, bana gülsünler… Tanrı’ya karşı sevgili olayım,o beni istesin, beğensin… yeter bu bana.
   Bunları da söz olsun diye söylüyorum hani. Yoksa Tanrı seni yarın kara yüzlülerden edecek, bu muhakkak!

1080. Yücelik onundur, onun kullarınındır. Onun nişanesini Âdem’le İblisin hikâyesini oku da anla!..
   Tanrı’nın zâtına nasıl son yoksa hikmetlerine de son yoktur. Aklını başına al da ağzını yum, yaprağı çevir!”

            
Firavun’un Musa aleyhisselâm’a cevap vermesi

   Firavun, Musa’ya “ Yaprak bizim elimizde... şimdi defter de bizim hükmümüzde, divan da bizim!
   Bütün  âlem halkı beni seçmiş, beni kabul etmiş. A Musa, bütün âlemde en akıllı sen misin ki?
   A Musa, sen kendini beğenmiş, almışsın.. haydi oradan be… kendini az gör, kendine güvenip gururlanma.

1085. Dünyanın sihirbazlarını toplayayım da bütün şehre senin bilgisizliğini göstereyim.
   Fakat bu, bir iki gün içinde olmaz. Bu yaz çağında bana kırk günceğiz mühlet ver” dedi.

                           
Musa’nın Firavun’a cevabı

   Musa dedi ki: “ Bana bu hususta izin yok. Ben bir kulum, sana mühlet vermeye emir almadım.
   Sen hükümdarsın, gâlipsin, benim yardımcım, dostum yok… fakat Tanrı fermanına tabiim, başka bir şeyle işim yok.
   Diri oldukça seninle canla başla savaşacağım. Ben kulum, yardımla, yardımcıyla ne işim var?

1090. Tanrı’nın hükmü zuhur edinceye kadar seninle uğraşacağım. Her hasmı düşmanından Tanrı ayırır”

       
Firavun’un Musa’ya cevabı ve Musa aleyhisselâm’a vahiy gelmesi

Firavun, hayır dedi, mutlaka bir mühlet vermek gerek. Beni aldatıp durma, yel alıp poyraz satma.
   Bu sırada ulu Tanrı’dan Musa’ya “ Ona bol, bol mühlet ver, korkma.
   Bu kırk gün mühleti, ona gönül rızasıyla ver de çeşit, çeşit hileler düzsün.
   İstediği gibi çalıp çabalasın. Ben uyumuyorum ki. Ona söyle, hızlı gitsin, fakat yolu ben tuttum, pusuda ben varım.

1095. Onların hilelerini ben birbirine katar, onların arttırdıklarını ben eksiltirim.
   Su getirirlerse ateş haline sokar, şerbet içerlerse zehir yaparım.
   Birbirlerine muhabbet bağlasalar sevgilerini yıkar, berbat ederim. Vehimlerine bile gelmeyen şeyleri yaparım ben.
   Sen korkma, ona uzun bir müddet mühlet ver… asker topla, yüzlerce hileler düz de” diye vahiy geldi.

    
Musa aleyhisselâm’ın Firavun’a şehirlerdeki sihirbazları toplamak
                                         üzere mühlet vermesi


   Musa, “ Emir geldi, mühlet sana. Bizden kurtuldun, şimdilik ben yerime gidiyorum” dedi.

1100. Musa yola düştü, ejderha da bilgili ve dost bir av köpeği gibi peşine takıldı.
   Av köpeği gibi kuyruğunu sallayarakgidiyor,
ayaklarının altında taşları kum gibi eziyordu.
   Taşı, demiri nefesiyle çekip sömürmekte, demiri apaşikâr bir surette ağzında ezip çiğnemekteydi.
   Havalanıp burçların üstüne çıkmakta, Rum, Gürcü… herkes ondan kaçmaktaydı.
   Deve gibi ağzından köpükler saçıyordu. O köpüğün bir katresi kimin üstüne düşse cüzzam illetine tutuluyordu.

1105. Dişlerinin gıcırtısı, yürekleri yerinden oynatıyor, kara aslanların bile canları elden gidiyordu.
   O seçilmiş peygamber, kavminin yanına varınca ejderhayı boğazından yakaladı, ejderha asâ oldu yine.
   Asâya dayandı da dedi ki: “ Ne şaşılacak şey. Bizim yanımızda güneş, düşmana karşı gece!
   Ne hayret edilecek şey ki bu ordu, kuşluk güneşiyle dopdolu olan bu âlemi görmüyor.
   Göz de açık, kulak da; sonra da bu zekâ… Tanrı’nın gözbağcılığına hayretteyim!

1110. Ben onlara şaşırıyorum, onlar da bana şaşırıyorlar. Baharın onlar diken,ben yasemin:
   Onlara nice lezzetli şaraplarla dolu kadehler sundum. Fakat onlara kadehteki şerbet taş kesildi.
   Gül desteleri yaptım, götürdüm, her gül, diken oldu, şerbet zehire döndü.
   Bu kendisinden geçenlerin canlarına nasib olan bir şey. Onlar, kendilerine oldukça nasıl meydana çıkar?
   Yanımızda uyanık bir uyur gerek ki uyanıkken rüyalar görsün!

1115. Halkın düşüncelere dalması bu güzelim uykunun düşmanıdır. Halk, düşünceleri yatışmasın, uyumasın diye bu güzelim uykunun boğazını sıkar.
   Bir hayret lâzım ki düşünceleri silip süpürsün. Hayret, fikirleri de yok eder, zikirleri de!
   Hüner ve marifette kim daha kâmilse mâna bakımından artta sureta ileridedir.
   Tanrı “ Geri dönenler” dedi. Geri dönmek sürünün yazıdan gelip ağıla gitmesine benzer.
   Sürü, yazıdan dönüp geldi mi giderken en önde olan keçi artta kalır.

1120. Giderken geride kalan topal keçiye gelince suratı asıkları bile güldürecek bir halde öne düşer.
   Bu kavim, laf olsun diye topal olmadılar ya… öğünmeyi terk ettiler de ârı satın aldılar.
   Bu kavim, hacca ayakları kırık olduğu halde topallaya topallaya giderler. Sıkıntıdan kurtuluşa gizli bir yol vardır.
   Bu tarife gönüllerini bilgilerden yıkayıp arıtmışlardır. Çünkü bu yol, zâhirî bilgiyi tanımaz.
   Bu yolda, aslı o âlemden olan bir bilgi gerek. Zira her feri, aslında yol gösterir.

1125. Her kanat, denizi aşacak kudrete nereden sahip olacak? Tanrı bilgisi gerek ki insanı Tanrı’ya ulaştırsın.
   Şu halde adama sonunda gönülden silinip arıtılması lâzım olan bilgiyi neye öğretirsin?
   Öyleyse bu âlemde ileri gitmeye heves etme, topal ol da geri dönerken en öne düş.
   Ey nazik adam, ileri giden son gelenlerden ol. Taze ve turfanda meyve, ağaca nazaran daha ileridedir, derecesi  daha üstündür.
   Gerçi meyve ağaçtan sonra vücuda gelir, fakat hakikatte evvel odur, çünkü ağaçtan maksat odur.

1130. Melekler gibi “ Bizim bilgimiz yok de  de “ Ancak senin bildirdiğin bilgiyi biliriz” sırrı elini tutsun.
   Bu mektep de hecelemeyi bilmezsen Ahmed gibi akıl ve irfan nuriyle dolarsın.
   Şehirlerde ad san sahibi olmazsan, Tanrı kullarının halini daha iyi bilir ya, kaybolmazsın, merak etme.
   Altın definesini bilinmeyen viranelere gizlerler?
   Hiç defineyi bilinen yere koyarlar mı? İşte kurtulmanın, halâs olmanın da zahmet ve meşakkatlerde gizlenmesi buna benzer.

1135. Burada hatıra birçok şüpheler, tereddütler gelebilir ama iyi at, kösteklerini kırar, bukağıdan kurtuluverir.
   Onun sevgisi, şüphe ve tereddütleri yakan bir ateştir. Gündüzün nuru, bütün hayalleri siler süpürür.
   Ey Tanrı rızasını elde eden, bu suâl, sana o taraftan geldi, cevabını da o taraftan ara.
   Gönlün köşesiz köşesi yok mu? İşte o bucak, padişaha varan bir yoldur. Gönlün doğudan da olmayan, batıdan da olmayan aydınlığı, tek bir aydan meydana gelir.
   Ey mâna dağı, sen yoksullar gibi bu tarafa o tarafta neden ses arayıp durursun.

1140. Derde düşünce iki büklüm olup “ Yarabbi” diye yalvardığın taraf yok mu, bu sesi de o tarafta ara.
   Dert ve ölüm zamanı o tarafa yönelir, feryat ve figana düşersin. Dertten kurtulunca neden yabancıya dönüyor, hiç o tarafı aklına bile getirmiyorsun?
   Mihnet zamanında “ Allah” demeye başlar, sıkıntın geçti mi “ Nerede ona yol ?” dersin.
   Bu hal, şundan ileri geliyor: “ Tanrı’yı şeksiz, şüphesiz bilen, tanıyan, daima onu anlar, ondan hiç ayrılmaz.
   Fakat akıl ve şüphe hicaplarında kalan kişiye Tanrı tecellisi, gâh örtülür, gâh yenini, yakasını yırtıp görünür.

1145. Aklı cüzi gâh üstündür, gâh baş aşağı ,Aklı Külli ise bütün hâdiselerden kurtulmuştur, emindir.
   Akılla hüneri sat da hayreti satın al. Oğul, horluğa doğru git, Buhara’ya değil!
   Biz neye bu derece de söze daldık? Hikâye söyleyelim derken hikâye olduk gitti.
   Ben yokum zaten ağlayıp, ağlayıp sızlayarak masal oldum gitti… Bu suretle secde edenler arasına katılayım, onlarla beraber yuvarlanayım bari.
   İş bilen, söz anlayan adama bu söz, hikâye değil. Hâlimi anlatıyorum ben, sevgilinin huzurundayım ben!

1150. Âsi, bunlar önce gelip geçenlere ait aslı yok masallar dedi ya…Kur’an hakkında söylenen bu söz, nifak eseridir.
   İçinde Tanrı nuru olan Lâmekân âleminde nerede geçmiş, nerede gelecek, nerede hâl,
   Geçmiş, gelecek, sana göredir. Yoksa hakikatte ikisi de birdir. Fakat sen iki sanırsın.
   Bir adam, onun babasıdır, bizim oğlumuz, Zeydin altında olan dam, Amr’ın üstündedir.
   Damın altta, üstte oluşu, o iki adama göredir. Hakikatteyse dam tek bir şeydir, işte o kadar!

1155. Bu söz, onun misli değildir, bir misaldir ancak. Eski harfler, yeni mânayı ifade edemez ki.
    Ey tulum, burası madem ki ırmak kıyısı değil, ağzını kapat. Bu şeker denizinin ne kıyısı var, ne kenarı!

   
Firavun’un sihirbazları çağırtmak üzere şehirlere adam göndermesi

   Musa, dönüp Firavun kalınca bütün rey ve tedbir sahiplerini danışmak üzere çağırdı.
   * ” Bizim de sihirbazlarımız var. Her bireri sihirde tek, bütün sihirbazla,r onlara uymakta” dediler.
   Padişahın, Mısır sultanı olan Firavun’un Mısır civarındaki bütün sihirbazları çağırmasını kararlaştırdılar.
   Firavun hemen bütün sihirbazların toplanması için etrafa bir hayli adam gönderdi.

1160. Nerede ünlü bir büyücü varsa gelmesi için on haberci yolladı.
   İki genç vardı ki büyü de pek şöhret bulmuşlardı. Sihirleri, aya bile tesir ederdi.
   Aydan apaşikâr süt sağarlar, bir yere gidecekleri vakit küplere binip giderler.
   Ay ışığını bez şekline sokup ölçer, biçer satarlardı.
   Müşteri, para verip alır, sonra anlayınca eyvahlar olsun deyip hayıflanmaya, yüzüne vurmaya başlardı.

1165. Onların, buna benzer nice sihirleri vardı ki herkes apaçık görür dururdu.
   Onlara da “ Padişah şimdi sizden bir çare aramakta.
   İki yoksul adam gelip padişahın köşkü önüne otağ kurdu.
   Bir sopadan başka bir şeyleri yok. Fakat emirleriyle ejderha oluyor.
   Padişah da çaresiz kaldı, ordusu da. Bu iki kişinin elinden hepsi feryad ve figana geldi.
   * Bir çare bulmanız için bu kulunu size gönderdi. Size haber gönderip buyuruyor ki:

1170. Bunları defetmek için bir çare bulun..karşılık olarak size hesapsız hazineler bağışlayacak” diye haber gönderdi.
   Bu haberi duyunca iki büyücünün de gönüllerine hem korku düştü, hem sevgi.
   Cinsiyet damarı atmağa başladı, ikisi de hayretlerinden başlarını dizlerine koydular.
   Sofinin meşk yeri dizidir,Müşkülü halletmek hususunda iki diz, âdeta sihirbazdır.

      
O iki sihirbazın, babalarının ruhaniyetine sığınmaları ve Musa     
           aleyhisselâm’ın hakikatını babalarının ruhundan sormaları


   O iki büyücü, bu haberi alıp hayrete daldıktan sonra annelerine “ Anne, babamızın mezarı nerede? Bize göster” dediler.

1175. Anneleri, onlara rehberlik etti, babalarının mezarını gösterdi. Üç gün Tanrı rızası için oruç tuttular.
   Sonra “ Baba, padişah korkmuş, bize emir göndermiş...
   İki adam, onu sıkıştırmış, ordusunun önünde şerefine, haysiyetine dokunmuş.
   Onların ne silâhları var, ne askerleri. Bir tek asâları var ama o asâ da kıyametler koparıyormuş.
   Sen zâhiren toprakta yatıp uyuyorsun ama hakikatte doğrular ülkesine gitmişsin.

1180. Eğer onların yaptıkları sihirse bize haber ver.Canım babacığımız, onlar Tanrı eriyse, yaptıkları iş Tanrı’dansa yine bildir.
   De onlara uyalım, secde edelim, kendimizi bir kimyaya atalım ( da halis altın olalım).
   Ümidi kesilmiş biçareleriz. Bize bir ümit ver Tanrı tapısından sürülmüşleriz, bizi o tapıya yine onun keremi çekti” diye yalvardılar.

               
Ölmüş büyücünün oğullarına cevap vermesi

   Babaları, onlara rüyalarında dedi ki: “Oğullarım, bunu açıkça söylemeye imkan yok.
   Apaçık ve olduğu gibi söylememe izin yok. Ama bu sır, uzak değil gözümün önünde.

1185. Size bir nişane göstereyim de gizli şey aşikâr olsun.
   Gözlerimin nurları, oraya varın da onun uyumakta olduğu yeri anlayın.
   O hakikat sahibi uyurken korkmayın asâyı almaya kalkışın.
   Eğer çalabilirseniz o sihirbazın biridir. Sihirbaza karşı çare bulmayı bilirsiniz siz.
   Yok eğer çalamazsanız aman ha aman… kendinize gelin, o, Tanrı eridir. Ululuk sahibi ve hidayet verici Tanrı’nın elçisidir.

1190. Yeryüzü doğudan batıya kadar Firavun’la dolsa savaş zamanı Tanrı, yine onu üstün eder; Firavun, baş aşağı gelir.
   Babalarının canı yavrucuklarım, bu doğru nişaneyi verdim işte. Buna göre iş yapın, Tanrı doğrusunu daha iyi bilir.
   Yavrularım, sihirbaz uyuyunca sihirinin, hilesinin hükmü kalmaz.
   Çoban uyudu mu kurt emin olur. Çoban uykuya daldı mı dikkati elden gider.
   Fakat bir hayvana Tanrı çobanlık ederse kurt, oraya nereden yol bulur, onu kapmayı nasıl umabilir?

1195. Hakk’ın yaptığı sihir, haktır, yerindedir. O yerli yerinde olan şeye sihirbazlık demek hatadır.
   Babalarının canı yavrular, bu keskin bir nişanedir. O peygamber, zâhiren ölse bile Tanrı yine onu yüceltir, kadrini yükseltir.

      
Kadri yüce Kur’an, Musa’nın asâsına, Mustafa sallallâhi aleyhi  
         vesellem’in vefatı, Musa’nın uykusuna, Kur’an’ı, değiştirmek
          isteyenler de Musa’yı uyur bulup asâyı çalmak isteyen o iki
                                      küçük sihirbaza benzer

   Tanrı’nın lûtufları, Mustafa’ya vaitlerde bulundu da dedi ki: “ Sen ölsen bile bu din, bu iman ölmez.
   Senin kitabını, mucizeni ben yüceltirim. Kur’an’dan bir şey eksiltmeye, ona bir şey katmaya yeltenen kişiye ben mâni olurum.
   Ben seni iki cihanda da korurum. Sözünü kınayanları terk eder, onları hor hakir bir hale korum.


1200. Hiç kimse Kur’an’ı değiştirmeye kudret bulamaz; ona ne bir şey ilâve edebilirler, ne ondan bir şey eksiltebilirler. Sen benden daha iyi başka bir koruyucu arama!
   Senin parlaklığını gün geçtikçe artırır, adını altınlara, gümüşlere bastırırım.
   Senin için mimberler, mihraplar kurdururum.Ben, seni öyle seviyorum ki senin kahrın, benim demektir.
   Şimdi adını korkudan gizlice söylüyorlar, namaz kılacakları zaman gizleniyorlar.
   Melûn kâfirlerin korkusundan dinin mağaralarda gizli kalıyor ya...

1205. Bütün âlemi minarelerle dolduracağım, âsilerin gözlerini kör edeceğim ben.
   Kulların şehirler alacak, mevkiler bulacak…
   Dinin balıktan aya kadar her tarafı kaplayacak.
   Ey Peygamberimiz, sen sihirbaz değilsin, doğrusun… sen de Musa’nın giydiği elbiseyi giymişsin, sen de onun gibi bir peygambersin.
   Kur’an’ın, Musa’nın asâsına benze,r küfürleri ejderha gibi sömürüp yutar.

1210. Sen, toprak altında uyursun ama o tertemiz söz asâ gibi her şeye agâhtır.
   Kast edenlerin elleri o asâya ulaşamaz.Uyu ey padişah, uyu… uykun mübarek olsun!
   Bedenin uyur ama nurun göklere ağar, düşmanlarını kahretmek için okunu kur, yayını ger.
   Felsefeci, aleyhine söylenmeye yeltenir ama nurunun oku ağzını oklar, onu susturur.”
   Hakikaten de öyle oldu, hattâ bu vaitten de üstün şeyler vücuda geldi. O uyudu, fakat bahtı, ikbali uyumadı.
  
1215. Babalarının canı yavrularım, sihirbaz uyudu mu işinin parlaklığı gider, sihrinin tesiri kalmaz.”
   Bu sözleri duyup uyandılar, ikisi de kabri öpüp o ulu savaş için Mısır’a hareket ettiler.
   Mısır’a varınca Musa’yı, Musa’nın evini aramaya başladılar.
   Onların Mısır’a geldikleri gün de Musa, tesadüfen bir hurma ağacının altında uyumaktaydı.
   Sordukları adamlar onlara “ Varın hurmalıkta arayın” dediler.

1220. Hurmalığa geldikleri zaman bir de baktılar ki hurma fidanlarının dibinde bir uyuyan var, fakat cihanın uyanığı!
   Naz ederek baş gözlerini yummuş ama arş da gözlerinin önünde, ferş de!
   Gözleri açık, fakat gönlü uykuda nice adamlar var… zaten su ve toprak ehli olanın gözü ne görebilir ki?
   Fakat gönlü uyanık olanın baş gözü uyusa bile gönlünde yüzlerce göz açılır.
   Gönül ehli değilsen uyanık ol, uyuma. Bir gönül iste, mücadeleye giriş.

1225. Gönlün uyandı mı güzelce uyu. Gayri gözünden ne yedi kat gök kaybolur, ne altı cihet!
   Peygamber, “ Gözüm uyur ama kalbim nasıl uyur, buna imkan mı var?” dedi.
   Bekçi farzet ki uyumuş fakat padişah uyanık ya. Gönül gözleri açık olduğu halde uyuyanlara can feda!
   Ey mânevi er, gönül uyanıklığını anlatmaya kalkışsam binlerce Mesnevî’ye sığmaz.
   Sihirbazlar, Musa’yı sırt üstü yatmış görünce asâyı çalmaya kalkıştılar.

1230. Hemencecik asâyı çalmak için Musa’nın ardından gidecekler, sopayı kapıvereceklerdi.
   Onlar, azıcık yürüyüp bu işe niyetlenir niyetlenmez asâ titremeye başladı.
   Öyle bir titremeye başladı ki her ikisi de korkudan yerlerinde katılıp kaldılar.
   Sonra asâ ejderha oldu, onlara saldırdı. İkisi de sapsarı kesilip kaçmaya başladılar.
   Korkudan her inişte sendeleyip yuvarlanarak yüz üstü düşüyorlar, kalkıp yine kaçmaya çalışıyorlardı.

1235. Katiyetle anladılar ki bu iş Tanrı işi, sihirbazların harcı değil bu!
   Korkularından âdeta sıtmaya, hummaya tutulmuş gibi titriyorlardı; ölüm haline gelmişlerdi.
   Yaptıkları işten dolayı özür dilemek üzere Musa’ya bir adam gönderdiler.
   “ Evvelce sana hased ediyor, seni kıskanıyorduk, o yüzden sınadık, yoksa seni sınamak kimin haddine düşmüş?
   Sen bir Padişahsın, senin yanında biz mücrimiz, bizi affet ey Tanrı dergâhı haslarının hası! Diye ricada bulundular.

1240. Musa onları affetti, derhal iyileştiler, sıhhat buldular, Musa’nın önünde yere secde ettiler.
   Musa dedi ki: “ Ey ulular, sizi affettim. Cehennem teninize haram oldu, canınıza da.
   Ey dostlar, ben sizi görmemiş olayım, siz de beni görmemiş gibi davranın.
   Kalben âşina, fakat zâhiren yabancı bir halde padişahın huzuruna benimle savaşmaya gelin!”
   Bunun üzerine sihirbazlar yeri öpüp gittiler,
çağırıldıkları zamanı ve fırsat vaktini gözetmeye koyuldular.

    
Sihirbazların şehirlerden toplanıp Firavun’un huzuruna gelmeleri,         
         ihsanlara nail olmaları, ellerini göğüslerine koyup düşmanını     
                               kahredeceklerine dair söz vermeleri


1245. Sihirbazlar Firavun’un huzuruna geldiler. Firavun onlara bir çok ihsanlarda bulundu, elbiseler verdi.
   Onlara daha bir hayli ihsanlarda bulunacağına dair vaitlerde bulundu, önceden de kullar, atlar, ağır ve değerli şeyler, yiyecek ve içecek verdi.
   Ondan sonra: “ Ey devletimle ileri giden kişiler, imtihanda galip gelirseniz,
   Size o derecede ihsanlarda bulunacağım ki cömertlik de utanacak” dedi.
   Sihirbazlar da cevaben dediler ki: “ Padişahın sayesinde galebe edeceğiz, düşmanın bitik bir hale gelecek.

1250. Biz bu fende saflar bozan yiğitleriz. Âlemde kimse bizimle başa çıkamaz.”
   Musa’nın anılışı, hatırları oraya bağlıyor, bu hikâyeler evvelce olup biten şeylere aittir zannını veriyor.
   Halbuki Musa’yı anmamız işi gizlemek için. Yoksa Musa’nın nuru, ey iyi adam, senin bugün elinde.
   Musa da sende, Firavun da. Bu iki düşmanı da kendinde ara sen.
   Musa, kıyamete kadar vardır. Nuru hep o nurdur, başka nur değil… değişen yalnız kandildir.

1255. Bu kandille fitil başka, fakat nuru başka nur değil, hep o âlemden.
   Kandile bakarsan kayboldun gitti. Çünkü ikilik ve sayıya sığış, kandile göredir.
   Fakat nura baktın mı ikilikten de , önü, sonu bulunan cisim âleminin sayısından da kurtulursun.
   Ey varlık hulâsası, müminle Mecusi ve Yahudi’nin birbirlerine aykırılığı, hep bakış, görüş yüzündendir.

             
Filin, nasıl bir hayvan olduğu ve şekli hususunda ihtilâf

  
Hintliler karanlık bir ahıra bir fil getirip halka göstermek istediler.

1260. Hayvanı görmek için o kapkaranlık yere bir hayli adam toplandı.
   Fakat ahır o kadar karanlıktı ki gözle görmenin imkânı yoktu. O, göz gözü görmeyecek kadar karanlık yerde file ellerini sürmeye başladılar.
   Birisi eline hortumunu geçirdi, “ Fil bir oluğa benzer “ dedi.
   Başka birinin eline kulağı geçti, “ Fil bir yelpazeye benziyor “ dedi.
   Bir başkasının eline ayağı geçmişti, dedi ki: “ Fil bir direğe benzer.”

1265. Bir başkası da sırtını ellemişti, “ Fil bir taht gibidir é dedi.
   Harkes neresini elledi, nasıl sandıysa fili ona göre anlatmaya koyuldu.
   Onlsrın sözleri, görüşleri yüzünden birbirine aykırı oldu. Birisi dal dedi, öbürü elif.
   Herkesin elinde bir mum olsaydı sözlerindeki aykırılık kalmazdı.
   Duygu gözü ancak avuca, ancak köpüğe benzer, avuç bütün fili birden elleyemez ki !

1270. Denizi gören göz başka, köpüğü gören göz başka. Köpüğü bırak da denizin gözüyle bak sen.
   Köpükler, gece gündüz denizden meydana gelir, onları deniz harekete getirir. Fakat sen ne şaşılacak şey, köpüğü görüyorsun da denizi göremiyorsun!..
   Biz, gemilere benziyoruz. Aydın denizin içindeyiz de gözlerimiz görmüyor, birbirimize çarpıp duruyoruz.
   Ey ten gemisine binmiş, uykuya dalmış adam, denizi gördün ama asıl denizin denizine bak!
   Denizin de bir denizi var, onu sürüp duruyor. Ruhun da bir ruhu var, onu istediği tarafa çeker çevirir ?

1275. Güneş, bütün varlık ekinini suladığı vakit Musa neredeydi, İsa nerde ?
   Tanrı bu yaya kiriş taktığı zaman Âdem neredeydi, Havva nerede ?
   Bu söz de noksandır, bu sözün de bir neticesi yoktur. Noksan olmayan söz o tarafa, hakikat âlemine ait olan sözdür.
   Fakat sana söylense hemencecik o misale yapışır, o sureti hakikat sanırsın a yiğidim!

1280. Ot gibi ayağın yere bağlı… hakikate erişemez de bir yelle başını sallar durursun.
   Ayağın yok ki bir yerden bir yere gidebilesin, yahut çalışıp çabalayıp ayağını bu balçıktan kurtarasın.
   Nasıl kurtarabilir, nasıl bu balçıktan ayağının çekebilirsin? Hayatın bu balçıktan. Hayatını terk etmekse senin için pek müşkül bir şey!
   Fakat ey yoksul adam, Hak’tan hayat bulursan topraktan müstağni olur, bu balçığı o vakit terk edersin.
   Süt emen çocuk dadıdan vazgeçti mi yemek yemeğe başlar, artık onu bırakır gider.

1285. Sen, topraktan biten taneler gibi yerin sütüne bağlanmış, ona bağlanmış, ona alışmışsın. Kalblerin gıdasına alış da bu sütten kesilmeye bak!
   Ey hicapsız nurları kabul etmeye istidadı olmayan kişi, hiç olmazsa harflerde gizlenmiş bir nur olan hikmet sözlerini duy, onları ye!
   Böyle böyle o hicapsız nuru da kabul etmeye istidat kazanır, gizli nuru da hicapsız olarak görürsün.
   Bu suretle yıldız gibi felekte seyreder, hattâ felekten hariç keyfiyetsiz seferlere düşersin!
   Yokluktan varlığa geldin ya… kendine gel, geldin ama nasıl geldin Sarhoşça… hiç kendinden haberin yok!

1290. Geldiğin yollar aklında bile kalmadı. Fakat biz yine sana bir remiz söyleyecek, bir şey hatırlatacağız.
   Bu aklı terk et de hakikî akla ulaş. Bu kulağı tıkda da hakikî kulak kesil!
   Hayır hayır… söyleyeceğim, çünkü henüz hamsın sen. Daha ilkbahardasın, Temmuzu görmedin bile!
   Ey ulular, bu cihan bir ağaca benzer; biz de bu âlemdeki yarı ham, yarı olmuş meyveler gibiyiz.
   Ham meyveler, daha iyice yapışmıştır, ordan kolay kolay kopmazlar. Çünkü ham meyve köşke, saraya lâyık değildir ki.

1295. Fakat odluda tatlılaştı, dudağı ısırır bir hale geldi mi artık dallara iyi yapışmaz, hemen düşüverir.
   O baht ve ikbal yüzünden adamın ağzı tatlılaştı mı insana bütün cihan mülkü soğuk gelir.
   Bir şeye sımsıkı yapışmak, bir şeyde taassup göstermek hamlıktır. Sen ana karnında çocuk halindeyken işin gücün ancak kan içmeden ibarettir.
   Söylenecek bir şey daha kaldı ama ben söylemeyeceğim, sana onu Ruhulkudüs bensiz söylesin.
   Hayır hayır… Ruhulkudüs değil, sen kendin, kendi kulağına söylersin… orada hakikatte ne ben varım, ne benden başkası, sen de bensin zaten canım efendim!

1300. Bu rüyaya benzer. Uykuya daldın mı kendinden geçer, fakat yine kendinden kendine gelmiş olursun.
   Kendini duyar, dinler de senden başka gizli bir adam rüyada sana söz söylüyor sanırsın.
   A güzelim yoldaşım, sen alelâde tek bir adam değilsin ki. Sen bir âlemsin, sen bir derin denizsin.
   O senin muazzam varlığın yok mu. O belki dokuz yüz kattır. O, dibi, kıyısı bulunmayan bir denizdir, yüzlerce âlem, o denize dalar gark olup gider.
   Zaten burası ne uyanıklık yeri, ne uyku yeri. Buradan bahsetme, Tanrı, doğrusunu daha iyi bilir.

1305. Bahsetme de asıl bu âlemden bahse muktedir olanlardan dile gelmez, söze sığmaz bahisler işit!
   Bahsetme de o güneşten kitaba yazılmaz, hitaba girmez sözler duy!
   Bahsetme de sana bu âlemden ruhun bahsetsin… Nuh’un gemisinde yüzgeçlik bahsini bırak!
   Bu bahse girirsen Kenan’a benzersin. Bana düşman olan Nuh’un gemisini istemem diye o da yüzmeye girişmişti.
   Nuh, ona “ Hey, gel, babanın gemisine gir de behey aşağılık oğul, tufana gark olma “ demişti.

1310. O, “ Hayır, ben yüzme öğrendim. Senin mumundan başka bir mum yaktım “ diye cevap verdi.
   Nuh, “ Kendine gel, buna belâ tufanının dalgası derler. Bugün yüzme bilenin eli, ayağı bir işe yaramaz “ dedi.
   Fakat Kenan dedi ki: “ Yok yok… ben o yüce dağa çıkarım; o dağ beni her türlü belâdan kurtarır.”
   Nuh, “ Aklını başına topla, şimdi dağ, bir saman çöpü mesabesindedir.
   Tanrı, kendi dostundan başkasına aman vermez” dediyse de Kenan,

1315. Ben ne vakit senin öğüdünü dinledim ki benim de sana uyanlardan olmama tamah ettin,
   Senin sözün bana hiç hoş gelmedi ki… ben, iki âlemde de senden uzağım “ dedi.
   Nuh, “ Yapma yavrum, bugün, naz günü değildir… Tanrı’nın ne eşi var, ne benzeri!
   Şimdiye kadar inat etmedin ama bu zaman, nazik bir zaman. Bu kapıda kimin nazı geçer ki?
   O, ezelde “ Doğmadı da, doğurmaz da” hakikatine mahzardır. Tanrı’nın ne babası var, ne oğlu, ne amcası!

1320. Oğulların nazını nerden çekecek, babların niyazını nerden duyacak?
   “ Ey ihtiyar, ben doğmadım, bana az nazlan… ey genç, ben baba değilim, öyle pek salınma!
   Ben koca değilim, şehvetim de yok… hanım nazı bırak.
   Bu hususta kulluktan, ihtiyaçtan, zaruretten başka hiçbir şeyin itibarı yok “ demekte,
   Dedi ama Kenan: “ Baba, yıllardır bu sözleri söylemektesin, yine de söylüyorum… cahil misin ne?

1325. Bu sözleri herkese ne kadar söyledin de nice soğuk cevaplar aldın, kötü sözler duydun.
   Bu soğuk sözlerin kulağıma bile girmedi, şimdi mi girecek? Artık ben bilgi sahibiyim, büyüdüm” diye cevap verdi.
   Nuh, “ A yavrum, bir kerecik olsun babanın öğüdünü tutsan ne olur? “ dedi.
   O, böyle güzel güzel nasihatler ediyor, Kenan’da bu çeşit ağır sözlerle karşılık veriyordu.
   Ne babası, Kenan’a öğüt vermeden usandı, ne o kötü oğlun kulağına babasının bir sözü girdi!

1330. Onlar, böyle konuşup dururlarken bir çevik dalgadır geldi. Kenan’ın başından aştı, onu boğup götürüverdi.
   Nuh, “ Ey sabırlı padişahım, eşeğin öldü, yükümü sel götürdü.
   Bana nice defalar, sana mensup olanlar tufandan kurtulacaklar diye vaitlerde bulundun.
   Ben de âfım, senin vaitlerine kandım, ümitlendim… iyi ama neden sel kilimini aldı, götürdü*” dedi.
   Tanrı dedi ki: “ O senin ehlinden, yakınlarından değil… kendin de görmedin mi? Sen aksın o mavi!

1335. Dişine kurt girdi mi çıkartmaktan başka hiçbir çaresi yoktur.
   Çıkarmalı ki vücudun, onun yüzünden elemlere düşmesin… o, senin oğlundu ama sen onu terk et, benim bir şeyim değil de.”
   Nuh, dedi ki: “ Yarabbi, senden başka kimsem yok. Sana teslim olan ağyar sayılmaz.
   Sana karşı ne haldeyim, ihlâsım nasıl? Zaten biliyorsun.
   Çayırlıklar, çimenlikler, nasıl yağmura muhtaçsa, nasıl yağmurdan yeşerir, yetişirse ben de sana öyle muhtacım, onlar gibi senden yetişmekteyim; hattâ ihtiyacım onlardan yirmi kat fazla,
   Yoksul, seninle diridir, seninle neşelenir; vasıtasız, hailsiz senden gıdalanır, bende böyleyim işte.

1340. Ey kemâl sahibi Tanrı ne seninleyim, ne senden ayrı. Seninle keyfiyetsiz, sebebsiz, illetsiz bir haldeyim.
   Biz balıklarız, hayat denizi sensin. Ey iyi sıfatlı Tanrı, senin lûtfunla diriyiz.
   Sen düşünceye de sığmazsın, sebeble de izah edilemezsin.
   Bu tufandan önce de her macerada söz söylediğim sendin, tufandan sonra da söz söyleyeceğim sensin.
   Ben, seninle konuşuyorum, ey yepyeni sözler bağışlayan ve eski sözlere sahip olan Rabbim, onlarla değil.

1345. Âşık, gece gündüz gâh çadır yerlerinde kalan çerçöpe, gâh harabelere hitabeder;
   Zâhiren çadır yerlerinde kalan süprüntülere, çerçöpe yüz tutar, onlara hitabeder ama kimi öğüyor, kimi*
   Şükrolsun tufan gönderdin de o süprüntüleri, o yapı bakiyelerini ortadan kaldırdın.
   Çünkü onlar kötü ve aşağılık binalardı, kötü ve aşağılık yığınlardı. Bize ne sesleniyorlar, ne sesimize karşılık veriyorlardı!
   Ben öyle yapılar isterim ki onlara hitabedince dağ gibi sesime ses versinler,

1350. De adını iki kere duyayım. Ben canıma can olan, ruhuma istirahat veren adına âşığım.
   Her peygamber, senin adını iki kere duysun diye dağı sever.
   O alçak ve taşlık dağ, farenin, yurdu olmaya lâyıktır, bizim yurdumuz değil!
   Ben söyleyeyim de o bana yâr olmasın, sözlerim cevapsız kalsın, sesime ses bile vermesin ha!
   Öyle dağı yerle yeksan etmek…insana hemdem olmadığından onu ayaklar altına atıp ezmek daha iyi!

1355. Tanrı: “ Ey Nuh, eğer istiyorsan bütün boğulanları yeniden ve tekrar dirilteyim, yeryüzüne getireyim.
   Senin hatırını bir Kenan için kırmam ben. Fakat seni ahvalden haberdar ediyorum” dedi.
   Nuh, “ Hayır hayır… eğer beni de gark etmek istesen yine hükmüne razıyım.
   Her an beni gark et. Hoşlanırım bundan, hükmün cana benzer, canla başla razıyım.
   Hiç kimseciğe bakmam, bakmam bile o bakış bahanedir, gördüğüm sensin.

1360. Şükür, zamanında da senin yaptığın işe, sana âşığım, sabır zamanında da. Kâfir gibi hiç senin yarattığına âşık olur muyum?
   Tanrı hükmüne âşık olan nurlanır, yarattığına âşık olansa kâfir olur “ diye cevap verdi
    
Küfre razı olma küfürdür, hadisiyle kaza ve kaderine razı olmayan
       benden başka bir Tanrı arasın hadisinin mânalarını birleştirmek
  
Dün mübahaseyi seven birisi, bana bir sual sordu.
   Dedi ki: “ Küfre razı olmak küfürdür.” Bunu Peygamber söyledi, onun söylediği söz de doğrudur, yerindedir.
   Sonra da yine “ Müslüman olan kişinin her türlü kazaya razı olması lazımdır” buyurdu.

1365. Kafirlik ve münafıklık da Tanrı’nın kaza ve kaderiyle
değil mi? Fakat buna razı olursak( ilk hadise göre) kötülük etmiş olmaz mıyız?
   Razı olmazsak o da suç… peki, ikisinin arasında hangi çareye başvuralım.”
   Ona dedim ki: “ Bu küfür, Tanrı’nın takdiriyledir ama Tanrı’nın hükmüyle, Tanrı’nın emir ve rızasıyla değildir. Bu küfür yalnız kaza ve kaderin eserlerindendir.
   Hocam, Tanrı’nın kaza ve kaderini, Tanrı’nın bilgisi olarak bil de şüphe ve tereddüdün kalmasın.
   Küfrede razıyız, çünkü Tanrı’nın bilgisine muvafıktır, fakat bizim fenalığımızdan, bizim kötülüğümüzden meydana geldiğinden de razı değiliz.

1370. Küfür Tanrı bilgisi olmak bakımından küfür değildir, Hakk’a kâfir deme, burada dur!
   Küfür, cahillikten meydana gelir, fakat küfrün takdiri, Tanrı’nın bilgisidir, ( Tanrı, kâfirin kâfirliğini ezelde bilir, bildiği gibi de zuhur eder). Rüya ve mülâyimlik mânasına gelen hilm ile, sümük mânasına gelen hilm nasıl bir olur?
   Çirkin resim, ressamın çirkinliğini icap ettirmez ya. Çirkini de yaptığına, yapabildiğine bir delil olur ancak.  
   Hattâ hem çirkin resmi, hem de güzel resmi yapabildiğinden ressamın, kuvvetli bir ressam olduğuna delildir.
   Bu bahsi açar, düzüp koşarsam sual ve cevaplar uzar gider.

1375. Ben de aşk nüktesinin zevkini kaybederim. Tanrı’ya hizmet, başka bir şekle döner, maksat hidayetten dalâlet olur. 

       
Hayretin, mübahase ve düşünceye mâni olduğuna dair misal

  
Saçı sakalı kır bir adam, iyi bir berberin önüne gider de,  
   “Yiğidim, saçımdaki sakalımdaki akları ayır, yol. Bir yeni gelin aldım der.
   Berber, adamın sakalını dipten tıraş ederek kılları önüne kor da der ki: “ Benim bir işim çıktı sen ayırıver!”
   İşte bunun gibi bu sual, şu da cevabı, artık sen ayırıver… din kaygısı, bunlarla uğraşmaya vakit bırakmaz.

1380. Birisi Zeyd’e bir sille vurur. Zeyd de hileye sapıp onu dövmek üzere üstüne saldırınca,
   Adam: “ Dur, senden bir şey soracağım, cevabını ver, sonra beni döv.
   Senin kafana vurunca şırak diye bir sestir çıktı. Şimdi burada dostça senden bir sualim var: 
   Bu şırak sesi benim elimden mi çıktı, yoksa senin kafandan mı ey uluların öğündüğü ulu zat?” dedi.  
   Adamcağız dedi ki: “ Acıdan kurtulmadım ki bu düşünceye dalayım.

1385. Senin derdin yok, sen düşüne dur.” Dert sahibi böyle düşüncelere saplanamaz, kendine gel! 

                                         
Hikâye

   Sahabenin ruhlarında Kuran’a karşı fevkalâde bir iştiyak vardı ama aralarında hafız pek azdı.
   Çünkü bir meyve oldu mu kabuğu adamakıllı incelir, çatlar, dökülür.
   Ceviz, fıstık ve badem bile olunca kabukları incelir.  
   İlmin hakikati de kemâle gelince kışrı azalır.
   Zira sevgilisi, âşıkı yakar, yandırır. 

1390. İstenen, sevilen kişinin vasfı, isteyen, seven kişinin vasıflarının zıddıdır. Vahiy ve nur şimşeği, peygamberi yakar.
   Kadîm olan Tanrı’nın sıfatları tecelli edince hâdisin sıfatlarını yakar, mahveder.
   Sahabe arasında birisi Kur’an’ın dörtte birini ezberledi de duyuldu mu, sahabe, bu bizim ulumuzdur derdi. 
   Böyle bir büyük mâna ile sureti bir arada cem etmek, hayretlere düşmüş, mest olmuş padişahtan başka kimseye mümkün değildir.
   Böyle bir sarhoşluk âleminde edep kaidelerine riayet etmenin zaten imkânı yoktur, bu imkân bulunsa bile şaşılacak şeydir doğrusu!

1395. İstiğna âleminde niyaza riayet etmek, yuvarlak bir şeyle uzun bir şeyi, zıddoldukları halde bir arada cem etmeye benzer. 
   Sopa, esasen körlerin sevgilisidir. Kör, Kur’an sandığına benzer ancak.
   Körlerin sözleri, Mushaf harfleriyle, eski hikâyelerle, korkutuşlarla dolu sandıklardır.
   Fakat Kur’an’la dolu sandık, boş sandıktan iyidir elbet.
   Yüksüz sandık fareler ve yılanlar dolu sandıktan daha iyidir. 

1400. Hâsılı insan, vuslata erdi mi vasıta olan kadın, adamın gözüne soğuk görünmeye başlar.

 

AÇIKLAMALAR ( Beyitler  701 - 1400 )


B. 740. "Tanrı Kıyamet günü der ki: Bugün doğrulara doğruluklarının fayda verdiği gündür. Onlara öyle bahçeler verilir ki ağaçlar altından ırmaklar akar, orada ebediyen kalırlar. Tanrı, onlardan razı olur, onlar Tanrı'dan. İşte bu, pek büyük bir kurtuluş, pek büyük bir nimettir." (Sure 5, Maide, âyet 119).

B. 741. "Emredildiğin gibi hareket et, doğru ol, seninle beraber inananlar, kötülüklerinden tövbe edenler de doğru olsunlar, azgınlık etmesinler. Şüphe yok, Tanrı sizin yaptığınız şeyleri görür" (Sure II, Hûd, âyet 112).


B. 746 dan sonraki hikâye. Baûroğlu Bel'am bir, yahut iki kere sınanırlar... öyle olduğu halde yine de ne tövbe ederler, ne öğüt tutarlar" (Sure 9, âyet 126).


B. 746 dan sonraki hikâye. Baûroğlu Bel'am. C. I, S. 327, B. 3297 ye  bakınız.


B. 757. "Rabbimiz dedi ki: Beni çağırın da size icabet edeyim. Beni çağırmada ululuk gösteren kişileri hor bir surette cehenneme koyacağım" (Sure 40, âyet 60).


B. 767. Şaman C. I, S. 379 a bakınız.


B. 769. Fahreddin-i Razî'ye telmih vardır. C. I, S. 132,  B. 1350 ye  de  bakınız.


B. 775. Mina, Mekke'de bir ovanın adıdır. Müslümanlar hac âyininde o ovada Şeytan'ı taşlarlar. C. II, S. 181, B. 2231 ve S. 209, B. 2243 e  de bakınız.


B. 770. Levih. C. I, S. 104, B. 1064 e bakınız.


B. 785. Harun, Musa Peygamber'in kardeşidir ve onunla  beraber peygamberlik  etmiştir.


B. 789 dan sonraki başlık "Dilesek onları mutlaka sana gösteririz, onları yüzlerinden tanırsın. Konuşulurken de yine onları tanır, bilirsin. Tanrı da sizin yaptıklarınızı bilir." (Sure 47, Muhammet, âyet 30).


B. 790. "Münafıkları görünce vücutlarının iriliği seni şaşırtır. Konuşurlarsa sözleri seni çeker, dinlemeye başlarsın. Fakat onlar kuru sopalara benzerler, sanki bir duvara dayanmışlardır. Duydukları sesi kendi aleyhlerine sanırlar  onlar  düşmandır sakın onlardan..."  (Sure 63 Münafikun, âyet 4).


B. 796 dan sonraki bahis. C. I, S. 52, B. 535 e bakınız.


B. 834. Sure 25, Furkan, âyet 63.


B. 841. Müneccim, yıldızları yeryüzüne ve insanlara tesiri bilgisine, astronomiye sahip olan kişidir. Düş yorucu da rüyaları yoran ve onlardan gelecek zamana ait hükümler çıkaran kişidir. Büyücü, büyü yapan, yani bazı otlar, kökler yakarak acayip dualar okuyup yapılmak istenen şeyi elde etmeye çalışan adamdır.


B. 859. O vakit Moğollarla Mısırlıların arası pek açıktı, Anadolu'da ve Moğolların hâkim oldukları yerlerde bir adamın Mısırlılarla münasebeti olduğunu söylemek o adamı soyu ile mahvetmek, demekti. Bu beyitten sonraki hikâye de bu tarihî düşmanlığı belirtmektedir.


B. 901 ve bu beyitten sonraki bahis. Her peygamber, ana karnına düşünce gökte yıldızı doğarmıs. Bu inanış İncil'de de vardır. (Metta, ikinci bap).


B. 953-954. C. I, S. 53, B. 547 ye bakınız.


B. 959 dan  itibaren başlayan hikâye. Firavun, gördüğü  rüyadan korkarak saltanatını yıkacak çocuğun doğmaması  için İsrailoğullarının yeni doğan çocuklarını öldürtüyordu. Musa'nın anası, oğlunun öldürülmemesi için Musa'yı bir sepete koyarak Nil'e atmış ve çocuk Firavun'un karısı tarafından bulunarak saraya götürülmüştü.  Sonra anası bu çocuğa sütnine olmuş ve bu   suretle Musa, Firavunun sarayında büyüyüp yetişmiştir. Tevrat'tan alınan bu hikâye Kur'anda  da  anlatılır (Sure 28, Kasas, âyet 6-14).


B. 975 ten  sonraki  hikâye. O vakitler, yılan oynatma âdeti vardı. İhtimal hikâye edilen vaka,   olmuş bir vakadır. Yılan, boğa yılanı olsa gerek.


B. 1010. C. I, S. 27,  B. 278-279 a  bakınız.


B. 1014. C. II,  S. 46, 48,  B. 439,  915 e bakınız.


B. 1015. Süleyman Peygamber'in  rüzgâra  emrettiği ve  rüzgârın,  tahtını  gündüz  bir  aylık,  gece de bir aylık yola  götürdüğü, cinlerin,  perilerin de  onun hükmüne tâbi oldukları Kur'anda anlatılmaktadır  (Sure 34, Sebel, âyet  21-13).


B. 1016. C. I, S. 105,  B. 1077 ye  bakınız.


B. 1017. C. I,  S. 83, B. 864 e  bakınız.


B. 1017. C. II, S. 208, B. 2112-2119 a  bakınız.


B. 1018. Bir taşın H. Muhammed'e selâm verdiği ve bir dağın Yahya Peygamber' i düşmanlarından korumak üzere çağırdığı rivayet edilmiştir.


B. 1023. Kur'anın  17 inci  suresi  olan Esra suresinin 44 üncü âyetinde "yedi kat gökle yeryüzü ve göklerle yerde ne  varsa  hepsi  Tanrı'yı  tesbih  eder  ama onların  tesbihini siz  anlamazsınız, hiçbir  şey yoktur ki, onu  överek  anmasın:  Şüphe yok  o,  halimdir ve  günahları ziyadesiyle örtücüdür"   denmektedir.


B. 1027. İtizal ehli:  C. II, S. 6, B. 61 e bakınız.


B. 1050. (Azrail diğer bir okunuşa göre İzrail) ecel meleğidir. Kendisine yardım eden meleklerle canları alır. Bu meleğe Türkçe’de canalıcı derler, Yunusta böyle geçiyor.


B. 1051. Haccacı Zalim. Emevîler zamanında Hicaz ye Irak ülkelerinin valiliğini etmiştir. Mekke’yi yakıp yıkmıştır, bu arada Kabe de yanmıştır. Pek zalim olan bu adamın 120.000 kişi öldürdüğü ve öldüğü zaman zindanda 50.000 kişinin mahpus bulunduğu söyleniyor. Hicri 95 te (713-714) ölmüştür.


B. 1071. Birisinin aleyhine çalışmaya "Aleyhine çömlek kaynatma" denir. Halk tabirlerindendir. Büyücüler insan şeklinde mumdan bir şey yapar, su dolu çömlek içinde kaynatırlar, ölümü istenen adam da bu mum eridikçe erir, ölürmüş. Yine içme yazılar yazılan, yahut dualar, acayip şekiller yazılmış kâğıtlar atılan çömleklerde su kaynatılır ve bir adamın işlerinin karmakarışık bir hale gelmesi temin edilirmiş.


B. 1130. Tanrı Âdem'i yaratacağı vakit meleklere, yeryüzünde kendisine bir halife yaratacağını söylemiş, olanlar yerin düzenini bozacak ve kan dökecek olan insan cinsinin yaratılmamasını istemişler, Tanrı, siz benim bildiğimi bilmezsiniz demiş ve Adem'i yaratmış, ona her şeyin adını belletmiş, sonra bu adları meleklere sormuş, onlar "Seni tesbih ederiz, bildirdiğin şeylerden başka şey bilmeyiz, bilen de sensin, hükmeden de sen" diye acizlerini söylemişler (Sure 2, Bakara, âyet 30-32. C. I, S. 121, B. 1234 e de bakınız.)


B. 1131. H. Muhammet, rivayete göre anadan doğduğu gibi kalmış, yani okuma yazma öğrenmek için mektebe gitmemiş ve okuma yazma bilmezmiş. C. I, S. 51, B. 529 a bakınız.

B. 1150. Kur'anın 83 üncü suresi olan Mutaffifin suresinde Kureyş ulularının Kur'an âyetlerine "Geçmişlerin masalları" dedikleri anlatılmaktadır (âyet 13).


B. 1162. Eskiden büyücülerin küplere binerek gidecekleri yere gittiklerine inanılırdı. Bu inanış, masallarımıza kadar girmiştir. Aynı zamanda günlük lisanımıza da geçmiş ve kızan kimseye "Küplere bindi" denegelmiştir.


B. 1173. Sofiler murakabe yaparlarken, sağ dizlerini dikip sol dizlerini yere korlar ve sol ayaklarının, üstüne otururlar, iki ellerini sağ dizlerinin üstüne kavuşturup başlarını ellerine dayarlar. C. II, S. 15, B. 158 e bakınız.


B. 1298-1299. Ruhülkudüs, yani Mukaddes ruh, hıristiyanlarda Tanrı'nın üç şahsiyetinden biridir. Eb, yani baba, Tanrı'nın hayat sıfatına, İbn yani oğul, Tanrı'nın kelâm sıfatına, Ruhülkudüs ise Tanrı'nın kudret sıfatına delâlet eder. Onlara göre Ruhülkudüs, İsa’da teşahhus eden Tanrı kudretidir ve Azizlerde de bu kudret zuhur eder, mucizeleri o kudret gösterir. Kur'an da İsa'nın, Ruhülkudüs'le kuvvetlendiğini söyler (Sure 2, Bakara, âyet 253, sure 5, Maide, âyet 109). Fakat Müslümanlarda Ruhülkudüs, Cebraildir" 16 inci surenin (Nahil) 102 inci âyetinde bu, açıkça belirtilmektedir.


B. 1302. H. Ali'nin "Derdin sendedir. Fakat görmezsin. İlâcın sendedir, fakat bilmezsin. Kendini küçücük bir cisim mi sanırsın? Şu koca âlem sendedir" kıtasından alınmadır.


B. 1307-1337. Kur'anın onbirinci suresi olan Hûd  suresinde  anlatılmaktadır   (âyet 40-47).


B. 1361 den sonraki bahis. Bu iki söz hadis olarak rivayet edilmiştir.


B. 1368. Tanrı'nın, her şeyin sonunu bilişi kaderdir. İnsanların iyilik veya kötülük yapacaklarını bilir, fakat bu bilgisi "Mücbiri fiil" değildir; yani o adama, yapacağını bildiği iyilik veya kötülüğü zorla yaptırmaz. Herkes yaptığı işi kendi iradesiyle, fakat Tanrı takdiriyle yapar. O işi yaratan Tanrı'dır, iradeyi sarfeden kuldur. Hulâsa cebir, yani zorla yapış bâtıl olduğu gibi tefviz, yani Tanrı karışmaksızın yapış da bâtıldır.