Hoşgeldiniz sayın ziyaretçimiz. Bugün 19 Mart 2024.
E-Posta : Parola :
 

Sohbet 7


Kulun hedefi, ibadet aracılığıyla edeb-i Muhammedî ve ahlâk-ı hamideye ulaşmaktır. Bunun için behimî huylardan arınıp durunmak edeb-i Muhammedî ile müeddeb olmak lâzım.

Batılı bir yazar Carill şöyle der: "Her insan, istiridyeden file kadar bir hayvanın huyunu taşır. Deve gibi kindar, kedi gibi nankör, kaplan gibi zalim ve öfkeli aslan gibi gururlu, maymun gibi münafıktır."

Azizim Hoca Mustafa Efendi (k.s.) sohbetlerinde: "Kötü huyları tartmışlar da kötülükten yana en ağırını nankörlük almış,"diye buyururdu.

Nankörlük, kedi huyudur. Ondan sonra münafıklık vardır. Maymun huyudur. İnsanların içinde tavuskuşu, horoz, karga, kaz vs. kuşların huylarını taşıyanlar da vardır. Velhasılı insanda yetmiş iki hayvanî huy bulunur. Kimin içinde bu huylar varsa içinden çıkarması lâzımdır. Abdest, namaz, oruç, hac nefsi eğitmek için bir araçtır. Bunlar, nefsi tezkiye edip törpüler; ruhu da tecliye edip cilâlandırır ve yukarı çıkarır.

Ruh, zaten yukarıya lâyıktır. İnsan, senelerce ibadet edip bu kötü huylardan kendini kurtaramıyorsa araçtan inerek amaca ulaşamıyor, demektir. Oysa araca binmek, amaca ulaşmak için olmalı. Genelde ibadetlerin hepsi Allah'la olan yakınlığımızı idrak etmek içindir. Bir kâmilin buyurduğu gibi:

İbâdetden asıl maksad hemen Allah'ı sevmektir
Edeble ilm ü irfanı bu yolda rehber etmektir

İbadetlerin Allah katında makbul olanı ilâhî aşkla olanıdır. Hatta buna gözyaşını da ilâve etmek lâzım.

İşte böyle ibadet kabule şayandır; kurbiyete vesiledir. Aksi takdirde sadece şekille namaz kılınırsa farz eda edilmiş olur.

"Kurbiyet (yakınlık), çirkin huylardan arınmak; onun yerine iyi huyları kendine mal etmekle olur. Bu gerçekleşmiyorsa yapılan ibadet, ibadet olmaz. Sadece bir hareketten ibarettir. Kimseye bahane kılmamalı. Kusur, onun kıldığı namazdadır."

"Muhakkak namaz, insanın kötülüklerinden alıkoyar." (Ankebût Suresi, ayet 45)

Günde üç defa yemek yemeğe alıştığı gibi beş defa da namaz kılarak, namazı monoton hale getiriyor ve alınması gereken güzelliği alamıyorsa, o kişi nefsini de tezkiye yapamaz. Nefis, tezkiye edilmediği için ruh da cilâlanmaz. Oysa gönülhânesini mamur etmek ve tasfiye ederek temizlemek lâzım. Meselâ eve misafir çağırdığımızda temizlik yaparız. Eğer yatacaksa yemeğini, yatağını, yorganını vs. hazırlarız. Gelecek misafir, çok saygıdeğerse, hazırlık o nisbette yüksek seviyede olur. Evden birisi ise, fevkalâde bir hizmet ve temizlik gerekmez. Çünkü o, yabancı değildir.

"Bir sevgili, bir misafir düşünün ki Cenab-ı Hak'tır. O, senin gönlüne girmek istiyor. O'nun yeri orasıdır."

Gönül âyinesin sofi eğer eder isen safi
Açılur sana bir kapu âyân olur Cemâlullah

Safî olan gönülden bir kapı açılır ve orada Allah tecelli eder. Bir kudsi hadiste: "Yer ve gök beni istiab edemedi; inanmış kulumun gönlüne tecelli kıldım." buyrulur.

Allah yere göğe sığmadı; inanmış kulunun gönlüne sığdı, dersek ona mekân isnad etmiş oluruz. Oysa Allah (c.c.), mekândan münezzehtir.

Tecelli-i ilâhiyye yani tulû'at gönülden gelir. Ehlullah, onca saat konuşmasına rağmen ne elinde bir kitap ne de yazılı bir şey vardır. Onca konuşma, gönülden gelir. Neden? Çünkü gönül, sütlü bir anneye benzer. Süt, ilim karşılığıdır. Müritler de çocuk gibidir. Bâtında çocuk gibi olan müritler, ilim sütüyle beslenirler. İlim, ledünniyat yani gerçek Allah bilgisidir. Müritler, senelerce dinleye dinleye çocuğun sütle beslenip büyüdüğü gibi onların manevî vücutları da sohbetle gelişir. Mürşid-i kâmilin sohbetinden feyz alırlar.

Bizim etrafımızdaki müridân, ihvan-ı kiram talipse, başka bir deyişle süt içmeye namzetse bizden de süt misâli ilim eksik olmaz. Dışarıdan gören: "Mehmet Hoca, ne kadar güzel konuşuyor, ne kadar uzun konuşuyor," der.

Mehmet Hoca konuşmaz; konuşamaz. Konuşan gönüldür. Gönlün Mehmet Hoca ile ilişkisi yoktur. Gönül, ele avuca sığmaz.

"İnsan, dine tasarruf eder , elini kaldırır indirir, ama gönlüne tasarruf edemez. Gönül, parmağının ucunda cihanı oynatır. Bütün hüküm ve ferman buradadır."

Bütün ehl-i hakikat, gönül üzerinde durmuştur. Hangi divanı, hangi sohbetnâmeyi hangi tasavvufî eseri açarsanız açın karşınıza çıkacak olan gönül sözcüğü ve onun açıklamasıdır. Yunus:

Gönül Çalab'ın tahtı
Çalap gönüle baktı
İki cihan bedbahtı
Kim gönül yıkar ise

dememiş midir?

Keza Koca Yunus, bir başka nutkunda gönlün tanımını şöyle ifade eder.

Hakk'ı ararsan kalbinde ara
Kudüs'te, Mekke'de, hac'da değildir
Eğer bir mü'minin kalbin yıkarsan
Hakk'a eylediğin secde değildir

Gönül ehli, gönlün esrarını bilip ona vâkıf olandır. Ehil denildiği zaman bu işin ehli demek olduğu anlaşılmalıdır. O halde gönül ehli, arifibillah olanlardır. Allah'la bütünleşip Hakk'ı kendisinde bulmuş; zerreden kürreye bütün eşyada Hakk'ı görmüş insanlardır. Azizim Hoca Mustafa Efendi (k.s.), nutk-ı şeriflerinde ariflerin ahvalini şöyle ifade buyururlardı:

Ey gözüm nuru ne bilsin gizlidir esrarımız
Câhil u nâdân ne bilsin anlamaz ahvâlimiz

Kördür ol münkir olanın kalp gözü görmez bizi
Can kulağı sağır olan duymadı feryadımız

Kuş dilidir hem dilimiz her Süleyman anlamaz
Rumûzât-ı işaretle söyleriz akvâlimiz

Koca Yunus, aynı konuda şöyle buyurur:

Süleyman kuş dilin bilir dediler
Süleyman var Süleyman'dan içerü

Kuş dili (mantuku't tayr), tasavvuftur. Her Süleyman demekle çok Süleyman demek istiyor. Köşede, sokakta Süleyman geçinenler çoktur, ama kuş dilini bilen Süleyman başkadır. Anlayan Süleyman var; anlamayan Süleyman var. Niçin anlamaz? İkinci mısrada cevabını söylüyor: "Biz, rumuzlarla ve işaretlerle halimizi söyleriz."

"Arif, işaretten anlar. Arife tarif ne hacet! Arif değilse bırak işareti; helva yapsan ya da şerbet yapıp ağzına döksen yine anlamaz."

Yetmiş bin hicâb geçeriz Hakk'ı her şeyde sezeriz

Allah'la kul arasında yetmiş bin perde vardır. Yarısı nuranî, yarısı zulmânî hicapdır. Zulmanî hicaplar, seyyiât, kötülükler, içki, kumar, zina, kalp kırmak, zulmetmek vs. yani günah sayılan bütün davranışlardır. Bunlardan geçmek, bir yerde kolay sayılabilir Ancak nuranî hicaplardan geçmek zordur. Neden? Eğer kılınan namazdan, tutulan oruçdan, yapılan hayır ve diğer hasenattan, ibadet ve tâ'atten nefis haz duyup kendine mal ettiyse bu da hicapdır.

İbadet ve tâ'atten maksat, ahlâk-ı hamide ve nefsi tezkiye etmektir. İbadeti, nefsine mal edip kişi şımardıysa o ibadete istiğfar, istiğfara da istiğfar gereklidir. Sokaktaki insanların çoğu, yaptıkları ibadet u tâ'atten dolayı şımarırlar: "Allah ne istiyor, daha? 'Namaz' dedi. Kıldık. 'Oruç' dedi. Tuttuk. Hacca gittik. Zekatı verdik. Kelime-i şahadeti zaten dilimizden düşürmüyoruz," derler. Bunlarla bittiğini sanırlar, ama ehlullah öyle demiyor. Niyazî Mısrî Hazretleri:

Namaz oruç, hac, zekât günâh kirin giderir
Darb-ı zikir olmasa gönül pası silinmez

Gönül pasını giderip saflaştırmak için devrân lâzım. Senelerce "Lâ ilâhe illâllah" tevhidini kalp üzerine vurarak yani darb-ı zikir ederek gönlü tezkiye etmelidir.

"Zahidin yolu sevap kazanmaktır. Arifin yolu varlığından tecerrüd etmek, sıyrılmaktır."

Varlık... Acaba bir varlığa sahip miyiz ki; ondan kurtulma gayreti içinde olalım? Cevabını Hz. Ali (k.v.)'den alalım: "Yâ Rab! Yokluğa varlık elbisesi giydirme." Biz, aslında olmadık bir şeyi var sayıyoruz. Bu, bir evhamdır. Şu vücudu var sayıp benim, bizim" diyoruz. Yunus der ki:

Eğer bu ben ben dediğim gerçek ben isem
Benliğim bana niçün verilmez

Ben dediğim ben isem, benliğim niçin benim elimde olmuyor? Saçımın ağarmasına, belimin bükülmesine engel olamıyorum. O zaman ben, ben değilim. Ben demem, gerçek benin gölgesidir.

"İnsan, güneşli havada yürürken arkasına ya da önüne gölgesi düşer. Gölgesine kurşun atsa kendisine bir şey olmaz. O halde Hakk'ın benliği ve varlığı yanında bizim "ben" dememiz gölgedir. "

"Gölge, bir varlık değildir. Hiçbir şey değildir."

Kişi, bu makama ve kemale ermeden kitabî bilgilerle ilmi kendine mal etmek isterse bu mümkün olamaz. Zira taşıma suyla değirmen dönmez.

Kuran-ı Kerim'de Allah Teâlâ:

"Ey inanan kullarım! Allah'ı çok zikrediniz." (Ahzâb Suresi, ayet 41) diye buyurur.

Ayette: "kesîrâ" diyor. Hocalar, bu ayet-i kerimeyi yorumlarken: "Namaz, oruç, zikirdir, vs. onu anlatmak istiyor," derler. Onlar da bir bakıma doğrudur, ama burada bir "kesîrâ" lâfı geçiyor. 24 saatte ne kadar zikredelim, diye akla soru gelirse cevabı Süleyman Çelebi'den almak lâzım:

Her nefeste Allah adın dî müdâm
Allah adıyla olur her iş temam

Süleyman Çelebi'nin Mevlidi'nin dizelerinde ifade ettiğini 2000 sene önce yaşamış Epiktetüs de güzel bir sözle anlatmıştır: "Allah'ı anmak, nefes almak gibi devamlı olmalıdır." İşin aslına bakılıp özüne inilirse ve özü bir daha parçalayıp özün içinden bir öz çıkaralım, dersek o zaman şunu söyleriz:

Vücut, hâl-i tâbisiyle nefes alıp verirken teşbihtedir. Biz, üstelik onu kendimiz yapıyoruz zannederiz.