Hoşgeldiniz sayın ziyaretçimiz. Bugün 19 Mart 2024.
E-Posta : Parola :
 

Sohbet 13


Kuru idik yaş olduk
Ayak idik baş olduk
Kanatlandık kuş olduk
Uçtuk elhamdülillah

Kuru idik. Kuru nedir? Hayatı olmayan, suyu çekilmiş, bitmiş bir ağaç. Tamtakır bir ağaç dalı. Odun olmaktan başka bir işe yaramaz. Biz böyleydik. Kuru ağaç yapraklandı; kokulandı; meyvelendi; nurlandı. Yaş oldu.

Ayak idik. Yerlerde sürünüyorduk. Hayvani bir yaşantının içindeydik ve insanlıkla hiçbir ilgimiz yoktu. Ayaktık ama merhamet-i ilâhîyye, şefâat-i peygamberîye, himmet-i pirân, bizi yerde sürünmekten kaldırdı. Baş etti. Bu da yetmedi. Kanat verdi. Kanatlandık kuş olduk. Şimdi artık mana semalarında uçuyoruz; aşk deryalarında yüzüyoruz; güzellik gökyüzüne doğru ulaşıyoruz. Gönlümüz bir gülistan oldu. Gönül Kâbe'si temizlendi.

Bu sözler, bu kadarcık ifade ile bitmez. Bu kadar açıklama da yetmez. Çünkü bu sözler bir hazinedir.

"Gökte olanlar, hafif olanlar soyuttur. Lâtiftir. Tortu aşağıdadır."

Kişi: "Gökte Allah var," der. Allah, her yerde hazır ve nazırdır. Ancak burada "gökte" denilmekle anlatılmak istenen, iyi ve güzel şeylerin yüksekte olduğudur. Yoksa yukarıda çadır kurulmuş içinde Allah (c.c.) oturuyor gibi düşünmeyin. Allah'ı gönlünüzde arayın. Çünkü sonsuz olan gönüldür.

"Gökyüzünün sınırı vardır ama gönlün sınırı yoktur."

Şimdi Yunus'a bu güzelliklere neyle sahip olduğunu soralım:

"Yunus Baba! Sen kuru iken yaş, ayak iken baş, kanatların yokken kanatlanıp sonsuzluk fezalarında uçan Anka, mana denizinde yüzen balık oldun. Bunu, nasıl başardın? Bize de söyle. Biz, onu yapalım."

Yunus, bizlere şunu söyleyecek:

Taptuk'un tabusunda
Kul oldum kapusunda
Miskin Yunus çiğ idik
Piştik elhamdülillah

Muhabbetullah çiği pişirir. Hak dostları böyledir. Anadolumuz ve Türk toplumu, tarih boyunca bu büyük insanları çok fazla doğuran bir annedir. Hiçbir ülkede ve toplumda bizim kadar Allah dostu çok olmamıştır ve olmayacaktır. Onun için Türk kelimesi büyük, yüksek, âli ve güzel bir kelimedir.

Türk'ün karakteri yüksektir. Atatürk, bu gerçeği görmüş: "Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır; zekidir, " diye övgüyle hitap etmiştir. Sonunda bir mutluluktan söz ederek: " Ne mutlu Türk'üm diyene! " demiştir.

Bunu neden görmüyorlar ve onu suçluyorlar? Atatürk kimseye: "Ben peygamberim," demedi. "Sen peygambersin," diyenler oldu. Ama o, elinin tersiyle bunları ittirdi: "Hayır! Ben askerim. Komutanım," dedi.

Kütahya istasyonundan tren geçerken Atatürk, trenin kompartımanında biraz eğlenir. Halk Atatürk geçiyor, diye istasyona hücum eder. O günün Maarif müdürü:

-Hey Kütahyalılar! Şehrimize peygamber geldi, diye karşıdan bağırır. Atatürk, kompartımanda bu sözü duyunca :

-Defedin şu mürâîyi! Sokmayın şuraya. Ben peygamber değilim; ben askerim. Komutanım, der.

Bu sözü, Atatürk'ün iki metre kadar yakınında bulunan babam Lütfi Bey duyar. Ben de ondan dinledim.

"Bütün kötülükleri ona çıkarmamak ve mal etmemek lâzım. Elbette onun da eksiği, kusuru vardır. Nihayet beşerdir; peygamber değildir. Ama yaptığı büyük hizmetler vardır. Öne düşmüştür. "

Anadolu'nun o günkü manevî ricali, onu bu işe münasip görmüştür ve seçmiştir.
O, arkasında binlerce Mehmetçik ile yüzlerce komutanla rahmet-i ilâhî, şefâat-i peygamberi ve himmet-i pirânla bu vatanı düşmanlardan kurtarmıştır.

Azizim Hoca Mustafa Efendi (k.s.), bir gün bu büyük Türk kumandanı ile ilgili şu gerçeği ifade buyurdular:

-Oğlum, Atatürk'ün kaputunu örtünerek Kocatepe'de kayaların üstünde uyurken çekilmiş bir fotoğrafı vardır. Sen, onu gördün mü?

-Evet azizim, gördüm.

-İşte oğlum, o taşların üzerinde uyumadan önceki Mustafa Kemal' le uyandıktan sonraki Mustafa Kemal farklıdır. O, uyku anında iken Anadolu'nun erenleri ve
erbâb-ı kemal teveccühte bulundular. Uyandığı zaman " Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz'dir ileri! " sözünü söyledi.

Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Niye Atatürk, başka paşalar yok muydu? Azizim Hoca Mustafa Efendi (k.s.)'in ifadesiyle bu sorunun cevabını verecek olursam: Mustafa Kemal, yapısı itibariyle şecaat ve metanet sahibi bir kişiliğe sahipti. Bunun böyle oluşunu da teğmen rütbesini taktığı andan itibaren birçok savaşların içine girip hepsinden muzaffer olarak çıkmasıyla göstermiştir.

Yine Atatürk'le ilgili ancak bugüne kadar hiç duyulmamış bir hadiseyi Azizim Hoca Mustafa Efendi (k.s.)'den dinledim:

Atatürk, Bandırma vapuruyla Samsun'a çıkıp Kuvâ-i Milliyye hareketlerin başlattığı zaman Erzurum ve Sivas arasında Atatürk'ü taşıyan araba arıza yapar Arkadaşları, arabanın arızasını gidermeye çalışırlar. Bu arada Mustafa Kemal, yolun kenarında bir ileri, bir geri yürümeye başlar. Aynı zamanda düşüncelidir. Bu esnada yolun üzerinde Atatürk'e doğru merkep üzerinde başı sarıklı bir köy imamının gelmekte olduğu görülür.

Hoca Efendi yaklaşarak Atatürk'e selâm verir. Atatürk:

-Aleyküm selâm hocam, diyerek mukabele eder.

Mustafa Kemal Paşa, Hoca Efendi'ye:

-Hocam, yolculuk ne tarafa? diye sorar.

Hoca Efendi, parmağını uzatarak 3-5 km. ilerideki ağaçları göstererek bir köyü işaret eder:

-Beyim! İşte şu karşıdaki köye gidiyorum, der.

Mustafa Kemal Paşa:

-Hayrola hocam! O köyde ne işin var? diye sorduğunda hoca:

-Beyim, o köyün imamı, benim ve bu civardaki imamların hocasıdır. Benim gibi birçoğumuzu yetiştirmiştir. Dün üç beş köyü, kendi köyünde toplayıp, aşlar kaynatıp hatimler okuyup, dualar edileceğini haber saldı. Bu yapılacak duaya katılmak için yola çıktım, der.

Atatürk:

-Hocam, nedir duanızın sebebi? Sünnet, düğün falan mı var? diye sorduğunda, Hoca Efendi:

-Hayır beyim! Sünnet, düğün falan yok. Hâdise şudur : Allah, bu milletin başına bir Mustafa Kemal Paşa vermiş, milletin önüne düşmüş, kurtuluş hareketlerini başlatmış. Onun muvaffakiyeti için hatimler okuyup dualar etmeye gidiyorum, der.

Mustafa Kemal:

-Hocam, Allah dualarınızı kabul buyursun. Masum çocukları da duanın içine katın. Masumların içinde bulunduğu dua ind-i ilâhîde kabul olunur, der.

Bu konuşmanın üzerine Atatürk, hocayı biraz daha konuşturmak ister ve şöyle devam eder:

Hocam, maşallah bindiğin merkebe iyi bakmışsın. Hayvan besili, der.

Hoca:

-Beyim, dil bilmez hayvan. Yemine, samanına dikkat etmezsek Allah sorar, diye cevap verir

Atatürk tekrar sorar:

-Hocam, sen hiç hayvanlarla, kuşlarla yani böyle canlılarla ilgili kitaplar okudun mu?

Hoca:

-Beyim ben okumadım, fakat şimdi gittiğim o karşıdaki köyün hocasından bu mevzularla ilgili çok sohbet dinledim. Başınızı ağrıtmazsam anlatayım, der.

Atatürk:

-Buyur hocam anlat, der.

Hoca Efendi, kendi hocasından dinlediği şu hikâyeyi anlatır.

-Asırlar evvel eski Yunan âlimlerinden birisi, yumurtlayan hayvanlarla doğuran hayvanların tesbit ve tefriki için seyahate çıkmış. Üç dört sene gezinmiş ve bir hayli bilgi toplayıp kitap yazmış. Seyahati sırasında Bağdat'ta imam-ı Azam Hazretleri'nin medh ü senasını işitmiş ve imam-ı Azam Hazretlerini ziyarete varmış. Karşılıklı hâl hatır sorulduktan sonra imam-ı Azam Hazretleri bilgine:

-Sebeb-i seyahatiniz nedir? diye sorduğunda seyyah bilgin:

-Efendim, yumurtlayan hayvanlarla doğuran hayvanları tesbit için çalışıyorum, diye cevap vermiş.

İmam-ı Azam Hazretleri:

-Çalışmanız bitti mi, diye buyurduğunda bilgin:

-Henüz bitmedi. Üç dört sene daha gezip dolaşmam ve çalışmam lâzım, der.

Bunun üzerine imam-ı Azam Hazretleri, gezgin seyyaha şöyle der:

-Kendine yazık edip yormuşsun. Bunun için senelerce gezip dolaşmana gerek yoktu. Oturduğun yerden yapabilirdin.

Bilginin gözleri açılır. Dikkatle ve hayretle:

-Nasıl olur? diye sorar.

İmam-ı Azam Hazretleri:

-Kulağı dışında olanlar doğurur. Kulağı içinde olanlar yumurtlar. Meselâ deve kuşu kocaman bir kuştur. Kulağı içinde olduğu için yumurtlar. Gece kuşu küçük bir kuştur, ancak kulağı dışarıdadır. Doğurur, diye cevap verir.

Bunun üzerine Yunanlı bilgin:

-Eyvah emeklerim! diye dizlerini döver.

Atatürk, dikkatle hocadan dinlediği bu hikâye üzerine:

-Hocam ağzına sağlık. Çok güzel anlattın, diye hocanın gönlünü okşar.

Bundan sonra Hoca Efendi:

-Beyim muhabbet güzel, ama ben yoluma devam edeyim. Hatim ve dualarımızı yapalım. Zira köyüme geri dönmem lâzım, diye ayrılır. Hoca Efendi, üç beş metre gider sonra geriye döner. Atatürk'e yaklaşarak:

-Beyim güzel dilleştik. Ancak sizi tanısaydık. Kim olduğunuzu bilseydik, deyince Atatürk hocanın yanına yaklaşır. Sağ elini merkebin üzerindeki hocanın omuzuna koyar. Derin bir nefes alır.

-Hocam hocam! İşte o dua etmeye gittiğin Mustafa Kemal benim, der. Bunu duyan Hoca Efendi, merkebinden iner. Atatürk' le sarmaş dolaş olurlar ve her ikisi de ağlar. Sonra hoca yoluna devam eder.

Azizim Hoca Mustafa Efendi (k.s.)' den bana intikal eden bu hâdiseyi azizim o günleri gören ve yaşayanlardan dinlemiştir.

Elbette bu hikâye, Mustafa Kemal Paşa'nın bu büyük hizmetlere top yekûn bir milletin dua ve gözyaşlarıyla başlayıp ve zaferle sonuçlandırdığının altında yatan himmet ve teveccühlerin kimden ve nereden geldiğini anlamakta zorluk çekilmeyeceğinin açık bir delilidir. (Hoca Hafız Mehmet Efendi' nin mürşid-i kâmili Hoca Mustafa Efendi(k.s.)' den intikal eden bu hikayeyi anlatması oldukça manidardır. Zira bir ehlullah boş yere konuşmaz. Onun sohbetinden hatta anlatışı sırasındaki tavrından, hâl ve hareketlerinden alınacak ders vardır.Hoca Hafız Mehmet Efendi'nin büyük Türk kumandanı ve askeri dehası Atatürk'e yönelik anlattığı bu gerçek, bu zamana kadar Mustafa Kemal hakkında söylenilenlerin ne kadar doğru ne kadar gerçek olduğunu gösterir. Ancak bunu kanaatimizce açıklamaya çalışmadan önce şu konunun hatırlatılmasında yarar olduğuna inanıyoruz: Her biri birer etiketten ibaret görülse bile insanlara verilen isimler tesadüf değildir. Zaten tesadüf denilen bir şey yoktur. Allah Teâlâ'nın kendinden kendine dilemesi ve murat etmesi vardır. Onun için ehl-i zahir tarafından tesadüf gibi görülen şeyler, Allah Teâlâ'nın muradıdır. Bu düşünceden hareket edersek Mustafa isminin lügat manasını ifade etmemiz gerekir. Mustafa; Arapça bir kelime olup safvetten gelir ve seçilmiş demektir. Tasavvufî manasına gelince bunu ancak ehli bilir. Bizim bunu ne idrak etmeye ne de açıklamaya yetkimiz yoktur. Ancak Hoca Hafız Mehmet Efendi'nin sohbetlerinde Hz. Peygamberimiz'e o yüce ve kâinatın efendisine bahşedilen Mustafa ism-i şerifi hakkında Muhammed İkbal'in sözünü ifade buyurduklarını dinledik. Bu sözü zikretmenin yerinde olacağını düşünüyoruz: " Mustafa, kelimesindeki gizli manayı anlayan korkunun altında şirkin gizlendiğini görür". Bu güzel sözün ardından hemen bizzat zat-ı âlileri: "Kendisinden şüphe duyanlar korkar." diye buyurdular. Bu durumda Atatürk'ün Anadolu erenleri, velileri tarafından seçilmiş olduğu onların himmet, teveccüh ve imtiyaz-ı ilâhilerini kazanmış olduğu aşikârdır. Böylece Mustafa Kemal Paşa'nın ilâhi imtiyaza sahip olduğu anlaşılır. Onun bütün savaşlardaki muzafferiyyeti ve başarısı, bu ilâhi imtiyazın neticesidir. Kemal, ismine gelince, Arapça olgunluk, yetkinlik manasındadır. O, olgunluğunu ve yetkinliğini Anadolu erenleri ve erbab-ı kemalden teveccüh bulunduğu ve Türk milletini içine düştüğü girdaptan çıkarmak için önder olduğunda göstermiştir. Hoca ile buluşması, dilleşmesi Allah'ın ona bir mesajıdır. Türk milleti, ihtiyarıyla genciyle; kadınıyla erkeğiyle; köylüsüyle şehirlisiyle; hocası imamıyla seninle beraberdir. Sana duacıdır, demektedir. Anlatılan hatıraya gelince: Bilginin Yunan olması ve o bilginin İmam-ı Azam Hazretleri ile karşılaştırılması da yine bir mesajı beraberinde getirir. Anadolumuz'un Yunanlılar tarafından işgal edileceğini ancak Hak dostlarının, Hak âşıklarının buna izin vermeyeceğini gösterir. Nitekim Yunan bilgini, yumurtlayan hayvanların ve doğuran hayvanların tesbit ve tefriki için yıllarca gezip dolaşmasına rağmen nasıl boşa kürek çekmişse Yunan da Anadolu'nun Hıristiyanlaştırılmasında boş yere yorulmuştur. Çünkü ehlullah, Mehmet Akif'in İstiklâl Marşımızda zikr ettiği gibi: "Şu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli/Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli". Anadolu' dan ne ezan sesinin duyulmamasına, ne tevhid sancağının gökyüzünün enginliğinden indirilmesine razı olmazdı. Bu, asırlarca böyle olmuştur. Ne zaman Türkler uçurumun kenarına gelmişse Türkleri çok seven Allah(c.c.) bu milleti zilletten ve zevalden kurtarmıştır. Veli kullarının, teveccühte ve himmette bulunmalarına rıza göstermiştir. Hoca Efendi' nin Mustafa Kemal' le dilleşip söyleştikten sonra köye gitmek isteyişi, hocamızın sohbetlerine istinaden herkesin kendi usul ve erkânına göre hareket etmesi gerektiğini ifade eder. Devlet ricali devleti yönetmeye, ehlullah manen terbiye altında himmetleri ve feyizleriyle, hayat verici nefesleriyle Türk milleti için, insanlık ailesi için kâmil insan yetiştirerek onun elinden, dilinden, cümle uzuvlarından hizmet sunmaya, Türk kumandanı hudutta, cephede milletini muhafaza etmeye memur kılınmıştır. Nitekim şu hikâye bu gerçeği dile getirir: Atpazarî Osman Efendi, Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa' ya nasihatında: Siz, bizim hırkamızı giyseniz, sizin örf ve nizamınız bozulur. Biz sizin kaftanınızı giydiğimizde ise bizim yol ve nizamımız bozulur. Bu sebeple, herkesin kendi usul ve nizamına göre hareket etmesi daha uygundur, diyerek aklın meşrep ve kabiliyetler doğrultusunda kullanılmasını tavsiye etmiştir. Bu güzel sözün bir eşdeğerini, Edirne Sarayı' nda birkaç gün kalıp II. Murad' a himmetlerde bulunan Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri de söylemiştir: Hünkârım, müsaade buyurun, bekleyenlerimiz var. İhvan-ı kiram bizi bekliyor. Allah, tac ve tahtınızı kadim etsin; Devlet-i âliyye-i Osman' a hizmetiniz bol olsun. Biz sizlere duacıyız. Bizim görevimiz, halkı eğitmektir; Sizin göreviniz ise halkı yönetmektir. Müsaade buyrun, biz eğitimle meşgul olalım, siz de yönetiminize devam ediniz. Eğer biz halkı eğitmezsek, siz yönetimde çok güçlük çekersiniz.)

Atatürk, kendisine tevdî edilen vatanı kurtarma görevini binlerce asker, yüzlerce komutan ve kendisine yapılan himmetlerle yerine getirmiş muzaffer bir komutandır. Elbette beşerdir. Artıları yanında, her insan gibi onun da eksileri vardır. Ancak asl olan yaptığı hizmetin büyüklüğünü kavrayabilmek ve kavratabilmektir. Zira insanlar, birbirinin eksiklerini görmekle bir yere varamazlar. Artılarını görmek lazım.

"İnsan, arkada bıraktığı hizmetleriyle rahmete mazhar olur ve insanlar ebedi dualarını, minnet dileklerini tarih boyunca yâd ederler. Onu bağrında, sinesinde yaşatırlar."

Devletin başına geçen iktidarların Atatürk' ü topluma sevdirmeleri gerekirdi. Eğer Atatürk' ü doğal halinde bıraksalardı, Türk milleti, yüksek karakterli ve büyük bir toplumdur. Tarih boyunca kendisine hizmet edenleri şükranla yâd etmesini bilmiştir.Halk kendine önderlik eden bu büyük Türk kumandanını da minnetle, şükranla yâd etme görevini gayet güzel yapardı. Ancak zaman zaman Atatürk' ü putlaştıranlar olmuştur. Bu hareket de inanç sahiplerini rencide etmiştir.

Atatürk putlaştırılmamalıydı. Eğer Atatürk sağ olsa, kendisini putlaştıranlara ne derdi? Elbette şiddetle reddederdi. Nasıl ki; Kütahya istasyonunda iken trenin kompartımanında "Kütahyamız'a peygamber geldi," diyen maarif müdürünü elinin tersiyle ittirdiyse kendisini putlaştıranlara da aynı şeyleri yapardı. Bu konuda hata yapılmıştır. Bu çok önemli konuyu Ziya Paşa'nın manasıyla güzel, elfâzıyla güzel çok değerli sözüyle noktalamak istiyorum:

Nev-i insan, haşre dek ta'zîm ederler adına
Kim fedâ-yı nefs ederse cinsinin imdadına