Hoşgeldiniz sayın ziyaretçimiz. Bugün 8 Ekim 2024.
E-Posta : Parola :
 


MESNEVİŞERİF CİLT   VI

Beyitler  1 - 700

 

RAHMAN VE RAHİM TANRI ADIYLA

 

Bu,Mesnevi kitabının ve mânevi delillerin altıncı cildidir.Vehim ve şüphe karanlıklarını aydınlatan,zan ve tereddüt hayallerini gideren bir ışığa benzer.Fakat bu ışığı hayvani duyguyla görmenin imkânı yoktur.Çünkü hayvanlık durağı,aşağılıkların en aşağısıdır ve o duraktakileri,aşağılık âlemin suretini yapsınlar,düzsünler diye yaratmışlardır.Onların duygularıyla anlayışlarına,o,çizgiyi aşmasınlar diye bir daire çekmişlerdir.”Yüce,üstün ve her şeyi bilen Tanrı’nın takdiridir bu.” Yani,Tanrı,onlara işleyecekleri işlerle, bakıp görebilecekleri yeri göstermiştir.Nitekim her yıldızın da gökyüzünde bir yeri,bir tezgâhı vardır,ancak kendisine ait olan yerde,kendisine ait olan işi işler.Bir şehrin hâkimi gibi hani.Onun hükmü de yalnız o şehirde geçer,o şehrin dışında geçmez.Tanrı,bizi bir yerde hapsolmaktan,(gözlerimizi,kulaklarımızı,kalplerimizi) mühürlemekten,perde altında bıraktığı kullara göstermediği şeyleri bize de göstermekten korusun.Öyle olsun ey âlemlerin Rabbi!

 

 

 

 

Rahman ve Rahim Tanrı adıyla

 

 

1.  Ey gönüllerin hayatı Hüsameddin, nice zamandır altıncı cildin yazılmasına meyledip durmaktasın.
   Husami-name, senin gibi bilgisi çok bir erin çekişiyle dünyayı dönüp dolaşmada.
   Ey mânevi er, Mesnevinin son cildi olan altıncı cildi de sana armağan sunmaktayım.
   Bu altı ciltle altı cihete nur saç da çevresini dolanmayan dolansın.

 

5. Aşkın beşle, altıyla işi yoktur. Onun maksadı, ancak sevgilinin kendisini çekmesidir.
   Belki bundan sonra bir izin gelir de söylenmesi lâzım olan sırlar söylenir.
  
Bu ince ve gizli kinayelerden daha açık, daha anlayışlı bir tarzda anlatılır.
   Sır, ancak sırrı bilenle eşittir. Sır, onu inkâr eden kişinin kulağına söylenmez.
   Fakat Tanrı’dan davet etme emri gelince artık halkın kabul edip etmemesiyle ne işimiz var?

10. Nuh, tam dokuz yüz yıl kavmini davet edip durdu. Her an da kavminin inkârı arttı.
   Fakat söylemeden vazgeçti mi? Hiç sükût mağarasına çekilmeye kalkıştı mı?
   Köpeklerin havlaması ile kervan, hiç yolundan kalır mı?
   Ay ışığı olan gecede dolunay, köpeklerin havlaması ile yürüyüşünü ağırlaştırır mı, dedi.
   Ay, ışığını saçar, köpek de havlar durur. Herkes, yaradılışına göre bir hizmette bulunur.

15. Takdir herkese bir hizmet vermiş, herkesi bir işe lâyık görüp iptilâya salmıştır.
   Ay der ki: Köpek, o pis sesini bırakmıyorsa ben ayım, gidişimi nasıl bırakırım ki?
   Sirke, sirkeliğini artırdıkça şekerin artması gerek.
   Kahır, sirkedir, lütuf da bala benzer. Sirkengübinin temeli, bu ikisidir.
   Bal, sirkeden az oldu mu sirkengübin, iyi olmaz.

20. Nuh’un kavmi de, ona sirke döküp duruyorlardı, fakat Tanrı’nın lütuf ve ihsan denizi ona daha fazla şeker dökmekteydi.
   Onun şekerine cömertlik denizinden yardım edilmekte idi de o yüzden âlem halkının sirkesinden fazlaydı onun şekeri.

   Tek bir kişi ama bine bedel... Kimdir o? Tanrı velisi. Hattâ o yüce Tanrı kulu, yüzlerce zamanın tek eridir.
   Denize bir yol bulmuş olan küpün önünde ırmaklar bile diz çöker.
   Hele şu deniz yok mu? Bütün denizler, bu örmekleri, bu sözleri duyunca,

25. Ulu bir ad, küçücük, ehemmiyetsiz bir ada eş oldu diye utançlarından ağızları acılaşır.
   Bu dünyanın o dünya ile birleşmesinden bu dünya, utanır, ortadan kalkar.
   Bu söz dardır, derecesi pek aşağıdır. Yoksa bayağı bir şeyin hasın hası ile ne münasebeti var?
   Kuzgun,üzüm bağında kuzgunca bağırır. Fakat bülbül, bunu duyup sesini azaltır mı?
   Bu “Tanrı dilediğini yapar” pazarında her ikisi için de ayrı alıcı var.

30. Dikenliğin gıdası ateştir; sarhoş dimağının gıdası da gül kokusu.
   Bir leş, bizce kötüdür, pistir ama domuzla köpeğe şekerdir helvadır.
   Pisler, şu pisliklerini yapa dursunlar, sular da pisleri arıtmaya savaşır.
   Yılanlar zehir saçar, acılar bizi perişan eder ama,
   Bal arıları dağlarda, kovanlarda, ağaçlarda baldan şeker ambarları doldurur.

35. Zehirler, tesirlerini yapıp dururlar ama panzehirler de hemen o tesirleri gideriverir.
   Şu âleme baksan görürsün ki baştanbaşa savaştan ibarettir. Zerre, zerreyle âdeta dinin kâfirlerle savaşması gibi savaşır durur.
   Bir zerre sola doğru uçmaktadır, öbürü sağa doğru gidip arayacağını aramada.
   Bir zerre yücelere çıkmada, öbürü baş aşağı düşmede. Şöyle durur gibi görünürler ama onların savaşını bu durgunluk âleminde gör.
   Onların fiilî savaşları, gizli savaşlarından ileri gelmededir. Bu aykırılığı gör de o aykırılığı anla.

40. Fakat güneşte mahvolan zerrenin savaşı, vasıftan, hesaptan dışarıdır.
   Zerrenin kendisi de, nefesi de mahvoldu mu artık onun savaşı, ancak güneşin savaşıdır.
   Onun kendiliğinden hareketi de kalmamıştır, duruşu da. Neden? “Biz Tanrıya dönenleriz” sırrından.
   Biz, kendimizden geçip senin denizine döndük. Asıldan süt içtik, geliştik.
   Ey gulyabaniye aldanıp yolun ferilerine dalan, ey usulsüz kişi asıllardan az bahset.

45. Bizim savaşımız da hakikatte bizden değildir. Sulhumuz da. Her halimiz, Tanrı’nın iki parmağı arasındadır.
   Tabiat, iş ve söz bakımından cüzüler arasındaki savaş, pek korkunç bir savaştır.
   Fakat bu âlem, şu savaşla durmadadır. Unsurlara bak da anla.

   Dört unsur, dört kuvvetli direktir. Dünyanın tavanı, onlarla düz durmada.
   Her direk, öbürünü kırar. Su direği, ateş direğini yıkar.

50. Halkın yapısı, zıtlar üstüne kurulmuş. Hâsılı biz, zarar bakımından da savaştayız, fayda bakımından da.
   Ahvalin, birbirine aykırı. Tesir dolayısıyla her biri öbürüne zıt.
   Her an kendi yolumu vurup durmadayım, artık başkasına nasıl bir çare bulabilirim?

   Bana gelen hal askerlerinin dalgalarına bak; her biri, öbürüyle savaşmada, her biri, öbürüne kin gütmede.
   Kendindeki şu müthiş savaşa bak. Başkalarının savaşı ile ne meşgul olup durursun?

55. Meğer ki Tanrı, seni bu savaştan çeke de sulh âleminde bir tek renge boyanasın.
   O âlem, ancak bâkidir, mamurdur, başka türlü olmasına imkân yok. Çünkü terkibi, zıt olan şeylerden değil.

   Bu yok olma, bitme, zıddın zıddını yok etmesinden ileri gelir. Zıt olmadı mı ebedilikten başka bir şey olamaz.
   O eşsiz, örneksiz Tanrı, cennetten zıddı giderdi. Orada güneş de yoktur, zıddı olan zemheri de.
   Renklerin asılları, renksizliktir... Savaşların aslı, barışlardır.

60. Bu gamlarla dolu olan bucağın aslı, o âlemdir. Her ayrılığın aslı, buluşmadır.
   Hocam, neden biz bu aykırılıklar içindeyiz? Neden birlik bu sayıları doğuruyor?
   Çünkü biz fer’iz, bu birbirine zıt olan dört asıl, feride kendi huyunu işliyor.
   Halbuki can cevheri, ayrılıkların ötesinden. Onun huyu bu değil, onun huyu, ulu Tanrı’nın huyu.
   Savaşlara da bak. O savaşlar, barışların asılları. Tanrı uğrunda savaşan Peygamber gibi hani.

65. O, iki cihanda da üstündür. Bu üstünü dil anlatmaz ki.
   Irmak suyunu tamamıyla içmenin imkânı yok. Yok ama susuzluğu giderecek kadar içmenin de imkânı yok.
   Mâna denizine susamışsan Mesnevi adasından o denize bir ark aç.
   O arkı o derece aç ki her an Mesneviyi, ancak ve ancak mâna denizi göresin.

   Yel, derenin üzerindeki saman çöplerini temizledi mi su, tek renkliliğini meydana çıkarır.

70. Sen Mesnevide ter-ü taze mercan dallarını gör, can suyundan bitmiş meyveleri seyret.
   Söz, harften, sesten ve soluktan ayrıldı mı hepsini bırakır, deniz kesilir.
   Harfi söyleyen de, duyan da, hattâ harfler de, bu üçü de sonunda can olur.

   Ekmek veren, ekmek alan ve pak ekmek, suretlerden kurtulur, toprak olur.
   Fakat mânaları, yine birbirinden ayrı olarak ve daimî bir surette üç makamdadır.

75. Suret toprak olur ama mâna olmaz. Kim, olur derse de ki: Hayır buna imkân yok.
   Ruh âleminde gâh suretten kaçarak, gâh surete bürünerek üçü de beklerler.
   Suretlere gidin diye emir gelir, giderler. Yine onun emri ile suretlerden ayrılırlar.
   Hâsılı “Halk da onundur, emir de” sırrını bil. Halk, surettir, emir de o surete binen can.
   Binek de padişahın buyruğundadır, binen de. Cisim kapıdadır, can huzurda.

80. Su, testiye dolmak istedi mi padişah, can askerine binin diye emreder.
   Sonra yine canları yücelere çekmek diledi mi padişah nakiplerinden ses gelir: İnin!
   Bundan öte söz inceldi. Ateşi azalt, odunu çok atma.
   Atma da küçücük çömlek kaynamasın. Anlayış çömlekleri pek küçük ve pek yufka.

   Noksandan münezzeh Tanrı, bir elmalık meydana getirmede, onları ağaçlara, yapraklara benzeyen harfler içinde gizlemede.

85. Bu ses, harf ve dedikodu ağaçlığı arasında elmadan ancak bir koku alınabilir.
   Bari sen de bu kokuyu aklına iyice çek, bu kokuyu iyice al da seni kulağından tutup asla kadar götürsün.
   Nezle olmamaya, koku almaya bak. Halkın yelinden, nefesinden bedenini ört.
   Onların havaları, kış rüzgârlarından da soğuktur. Örtün, bürün de burnuna girmesin.
   Onlar, cansız, donmuş kişilerdir. Nefesleri, karlı dağlardan gelir.

90. Fakat yeryüzü bu karlı kefene büründü mü durma, hemen Hüsameddin’in güneş kılıcını vur.
   Derhal doğudan Tanrı kılıcını çek, o doğuyla bu tapıyı ısıt.

   Güneş, karı hançerledi mi dağlardan ovalardan seller yürür.
   Çünkü o, ne doğudadır, ne batıda. Gece gündüz müneccimle savaşır durur.
   Neden der, benden başka ve yol göstermeyen yıldızları bayağılık ve körlük yüzünden kıble edindin?

95. Kuran’da o emin erin “Ben batanları sevmem” sözü hoşuna gitmedi.
   Ayın önüne geçtin, beline eleğim sağmadan kulluk kemerini bağladın da o yüzden ayın ikiye bölünüşünden incindin.

   “Güneş dürülür” âyetini inkâr edersin. Çünkü sence güneş, en yüce bir mertebedir.
   Havanın değişmesini yıldızların tesirinden bilirsin de “And olsun yıldıza, indiği zaman” âyetinden hoşlanmazsın.

   Ay, ekmekten de tesirli değildir ya. Nice ekmek vardır ki adamın can damarını koparır.

100. Zühre, sudan daha tesirli değildir ya. Nice su vardır ki bedeni harap eder.
   Fakat onun sevgisi senin canındadır da onun için dostun öğüdü bir kulağından girer, bir kulağından çıkar.
   Fakat bil ki senin öğüdün de bize tesir etmez, bizim öğüdümüz de sana!

   Meğer ki göklerin anahtarları elinde olan sevgiliden sana hususi bir anahtar ihsan edile.
   Bu söz, yıldıza benzer, aya benzer. Fakat Tanrı buyruğu olmaksızın tesir etmez.

105. Bu cihetsiz yıldız, yalnız vahiy arayan kulaklara tesir eder.
   Cihetten cihetsizlik âlemine gelin de sizi kurdu paralamasın der.

   Onun yıldızlar saçan pırıltısı karşısında şu dünya güneşi, bir yarasaya benzer.
   Yedi mavi gök, onun kulluğundadır. Bir çavuşa benzeyen ay, onun derdiyle yanmada, erimededir.
   Zühre, bir şey soracak oldu mu ona el atar, Müşteri can nakdini eline alıp huzurunda durur.

110. Zühal, onun elini öpme havasındadır ama kendisini bu devlete lâyık görmez.
   Merih onun yüzünden elini ayağını incitmiş, Utarit onun vasfından yüzlerce kalem kırmıştır.
   Bütün bu yıldızlar, müneccimle, ey canı bırakıp rengi seçen!
   Can odur,bizse hep rengiz, sayılar ve yazılarız. Onun düşünce yıldızı, bütün yıldızların canıdır diye savaşmaktadır.

   Düşünce de nerede? O makam, tamamıyla pâk nurdur. Ey düşüncelere kapılan, bu düşünce lâfı senin için söylenmiştir.

115. Her yıldızın yücelerde bir evi vardır ama bizim yıldızımız, hiçbir eve sığmaz.
   Yeri, yurdu yakan şey, nasıl olur da mekâna sığar? Haddi olmayan nur, nasıl olur da hadde girer?
   Fakat sevdalı ve bir zayıf kişi anlasın diye bir örnek verir, bir suretle tasvir ederler.

   O şey, örnektir, onun misli değil. Bu örneği de donmuş kalmış akıl, bunu anlasın diye getirirler.
   Akıl keskindir ama ayağı gevşektir. Çünkü gönlü yıkıktır, bedeni sağlam.

120. Bu çeşit aklı olanların akılları, neye takılırsa sımsıkı takılır ama şehveti bırakmayı hiç mi hiç düşünmezler.
   Dâva zamanı göğüsleri doğuya benzer, fakat takva zamanı sabırları, âdeta bir şimşektir.
   Her biri hünerlerle kendini gösterir, âlim geçinir. Fakat vefa vaktinde âlem gibi vefasızdır.
   Kendini görme zamanında cihana sığmaz, fakat ekmek gibi boğazda, mide de kaybolur gider.
   Fakat yine de bütün bu vasıflar iyidir... İyilik aradı mı insanda kötü şey kalmaz ki.

125. Meni, benliğinde kaldıkça kokuşur, pis olur. Fakat cana ulaştı mı aydınlık âlemini bulur.
   Cansız şey, nebatata yüz tuttu mu, baht ağacından hayat biter.
   Canlıya yüz tutan nebat, Hızır gibi âbıhayat kaynağından içer.
   Can da canana yüz tutarsa pılısını pırtısını sonsuz ömür iklimine çeker götürür.

Birisinin , vaaz  eden  bir  hocaya  “Bir  borcun
üstüne oturmuş olan kuşun başı mı daha üstün
ve  yücedir, yoksa  kuyruğu mu”  diye sorması,
vaaz  edenin de,soran adamın anlayışına  göre
cevap vermesi.


   Bir gün bilgisiz bir adam, vaaz eden birine sordu: Mimberde senden daha yüce söz söyleyen, senden daha güzel vaaz eden bir adam bile yok.

130. Sana bir sorum var; ey akıllı er, bu mecliste sualime cevap ver.
   Bir kale burcunun üstüne bir kuş otursa başı mı daha üstündür, kuyruğu mu?

   Vaaz eden dedi ki: Yüzü şehre, kuyruğu köyeyse yüzü, bil ki kuyruğundan üstündür.
   Yok... Eğer kuyruğu şehre, yüzü köyeyse o kuyruğa toprak ol, yüzünden yüz çevir.
   Kanadı olan kuş, yuvasına kadar uçup gider. İnsanlar, insanların kanadı da himmettir.

135. Bir âşık, hayra, şerre bulanabilir. Sen onun hayrına şerrine bakma, himmetine bak.
   Doğan, isterse beyaz ve eşsiz olsun; fare avladıktan sonra bayağıdır.
   Fakat baykuşun meyli, padişaha olsa doğan sayılır, külâhına bakma.
   İnsan, bir hamur teknesi boyuncadır ama gök yüzünden de üstündür, esirden de.
   Hiç bu gökyüzü “Biz onu ululadık” sözünü duydu mu? Kim duydu bu sözü? Dertlere düşmüş Âdemoğlu.

140. Hiç kimse, güzelliğini, aklını, sözlerini, isteklerini yeryüzüne gösterdi, bildirdi mi?
   Hiç yüzünün güzelliğini, reyindeki isabeti gökyüzüne göstermeye, söylemeye kalkıştı mı?
   Oğlum, hiçbir gümüş bedenli dilber, hamam duvarlarına çizilmiş resimlere kendisini gösterir, onların karşısında cilvelenir mi?
   O huri gibi güzel resimler şöyle dursun, kalkar, yarı kör bir kocakarıya karşı cilvelenirsin.
   O kocakarıda olan ve resimlerde olmayan nedir ki seni o resimlerden tutup çeker?

145. Sen söylemezsin ama ben söyleyeyim: Akıldır, duygudur, anlayıştır, tedbirdir, candır.
   Kocakarıda insanla kaynaşan can var. Halbuki hamamdaki resimlerde ruh yok.
   Hamam duvarındaki resim, bir harekete gelseydi derhal seni kocakarıdan çekerdi.

   Can nedir? Hayırdan, şerden haberdar olan, lütuf ve ihsana sevinen, zarardan yerinip ağlayan şey.
   Madem ki canın sırrı, mahiyeti, insana hayrı, şerri haber vermede... Şu halde hakikatten kimin daha ziyade haberi varsa o, daha canlıdır.

150. Ruhun tesiri, bilgi ve anlayıştır. Kimde bu bilgi ve anlayış, daha fazlaysa o, daha ziyade Tanrılıktır.
   Fakat bu tabiat âleminin ötesinde öyle haberler, öyle bilgiler vardır ki bu canlar, o meydan da cansız bir hale gelirler.
   Bunlardan haberdar olmayan can, Tanrı tapısına mazhar oldu... Canların canı ise Tanrı’ya mazhar oldu.

   Melekler de tamamı ile akıldan, candan ibarettiler. Fakat yeni bir can geldi. Âdem yaratıldı mı onun karşısında beden haline geldiler.
   Kutluluktan o canı gördüler, ten gibi o ruha hizmetçi kesildiler.

155. Şeytana gelince, canla başla ondan baş çekti, canla birleşmedi, çünkü ölü bir uzuvdu.
   Canı olmadığı için Âdem’e feda olmadı... Kırık bir eldi, cana itaat etmedi.
   Fakat o uzvu kırıldıysa cana bir noksan gelmedi ya. Canın elindedir bu, onu yine yaratabilir.
   Başka bir sır daha var, fakat bunu duyacak kulak nerede? O şekeri yiyecek dudu kuşu hani?

   Has dudulara pek bol, pek değerli şeker var ama aşağılık dudular, o taraftan göz yummuşlar.

160. Yalnız sureti derviş olan, o zekâtı, o arılığı nereden tadacak. O, mânadır, faûlün fâilât değil.
   İsa’nın eşeğinden şeker esirgnemez ama eşek, yaradılış bakımından otu beğenir.
   Şeker, eşeği neşelendirseydi önüne kantarla şeker dökülürdü.
   “Onların ağızlarını mühürledik” âyetinin mânasını bil. Yolcuya bu, mühim bir şeydir.
   Bunu bil de belki peygamberlerin sonuncusunun yolu hürmetine ağızdan o kuvvetli mühür kaldırılır.

165. Peygamberlerden kalan mühürleri, Ahmed’in dini hürmetine kaldırdılar.
   Açılmamış kilitleri vardı; onlar, “İnna fettehna” eliyle açıldı.
   O, bu dünyada da şefaatçidir, o dünyada da, bu dünyada insanı dine götürür, o dünyada cennetlere.
   Bu dünyada “Sen onlara yol göster” der; o dünyada “Sen onlara ay gibi yüzünü göster” der.

   Onun gizli, aşikâr işi, daima “Yarabbi, sen kavmime doğru yolu göster, onlar bilmiyorlar” demektir.

170. Onun nefesiyle iki kapı da açıktır. Duası, iki âlemde de müstecap olur.
   Ona benzer ne gelmiştir, ne de gelecek. Bu yüzden son peygamber olmuştur.
   Sanatında son derece ileri gitmiş bir üstadı görünce bu sanat, sende bitmiştir demez misin?

   Ey peygamber, mühürleri kaldırmak, kapalı kapıları açmaktasın, Hatem’sin, bu iş, seninle ve sende bitmiştir. Can bağışlayanlar âleminde bir Hatem’sin sen.
   Hâsılı mühürleri kaldırma ve kapıları açmada Muhammed’in işaretleri, tamamiyle açıklık içinde açıklıktır, açılık içinde açıklıktır,açıklık içinde açıklık.

175. Onun canına, evlâdının gelişine ve zamanına yüz binlerce aferin !
   Onun devlet ve ikbal sahibi halifesinin oğulları, onun can ve gönül unsurundan doğmuşlardır.

   İster Bağdat’tan olsunlar, ister Herat’tan, ister Rey’den. Su ve toprak karışıklığı olmaksızın onun soyudur onlar.
   Gül dalı, nerede biterse bitsin güldür. Şarap, nerede kaynayıp köpürürse köpürsün şaraptır.
   Güneş, isterse batıdan baş göstersin, yine güneştir, başka bir şey değil.

180. Tanrım, sen örtücülüğünle ört, ayıp görenlere bunu gösterme, onları kör et.
   Tanrı, ben, eşi olmayan güneşle kötü huylu yarasanın gözünü bağlamışım dedi.
   Bakışı noksan yarasanın gözünden, o güneşin yıldızları da gizlidir.

İman zevkine mâni olanı doğruluğun zayıflığına
delâlet  eden  ve yüz  binlerce ahmağın  yolunu
kesen  çürümüş,pörsümüş  gayret ve hamiyetin
kınanması.Nitekim koyunlar da bir namussuzun
yolunu  keserlerdi , geçemezdi. Bu  namussuz ,
çobandan   “Koyunların, beni ısırırlar mı acaba?”
diye  sordu . Çoban dedi  ki:  ” Ersen  ve  sende
erkeklik  damarı  varsa hepsi  sana  feda  olsun.
Namussuz  biriysen  her  biri , sana  bir ejderha
kesilir .      Başka   bir  namussuz   da   vardı ,
koyunları   gördü   mü,  derhal  yoldan  dönerdi.
Çobana  bir   şey   de  soramazdı  ,  sorarsam
koyunlar,başıma üşüşür,beni ısırırlar derdi.

   Ey Tanrı ışığı Hüsameddin, ey ruh cilâsı, ey doğru yolu gösteren padişah gel!
   Mesnevi’yi yayılmış bir mera haline getir, örneklerinin suretlerine can ver!

185. Can ver de bütün harfleri akıl ve can olsun, can cennetine uçup gitsin.
   Zaten onlar, senin sayende can âleminden gelip harf tuzağına tutuldular, mahpus oldular.

   Ömrün âlemde Hızır gibi uzasın, canlara can katsın, düşkünlerin ellerini tutsun, daimî olsun.
   İlyas ve Hızır gibi dünyalar durdukça dur da yeryüzü, lütfunla gökyüzü haline gelsin.
   Kötü gözlülerin şatafatı, nazarı olmasaydı lütfunun yüzde birini söylerdim.

190. Fakat nefesi zehirli kem gözlerden ben ne can üzen zahımlar yedim.
   Onun için senin halini, ancak başkalarının hallerini anarak remiz ve kinayeyle söylerim.

   Bu bahanede, gönlüne ait bir hiledir ki gönlün ayakları, o yüzden, toprağa kakılmış kalmıştır.
   Yüzlerce gönül ve can, yaratıcı Tanrı’ya âşık olmuştur da onlara ya kem göz mâni olmuştur, ya kötü kulak.

   Bunların bir tanesi de Peygamber’in amcası. Arapların kınaması, ona pek korkunç göründü.

195. Arap, kendi çocuğuna uydu da, güvenilir dininden döndü, derlerse, ne derim?, dedi.
   Peygamber, amca, dedi, bir kere şahadet getir de senin için Tanrı’ya şefaat edeyim.

   Ebutalip, doğru ama duyulur, yayılır, herkes duyar. İki kişiyi aşan her sır yayılır, otuz iki dişten otuz iki orduya duyulur.
   Bu Arapların diline düşerim. Onların yanında bu yüzden hor hakîr olurum, dedi.

   Fakat Tanrı’nın ezelî lütfu olsaydı Tanrı çekişiyle beraber bu kötü gönüllülük olur muydu hiç?...

200. Ey düşkünlere yardım eden Tanrı, medet! Medet bu iki taraflı dileklerden!
   Ben, gönlün hilesinden, düzeninden öyle perişan bir hale geldim ki feryada bile kudretim kalmadı.

   Ben kim oluyorum? Gökyüzü bile yüzlerce işiyle, gücü ile, iktidarı ile, yüzlerce debdebe ve tantanası ile beraber bu pusudan, bu dileğe uyma yüzünden feryada geldi.
  
Ey kerem sahibi, ey hilim sahibi, bu iki taraflı dilekten sen bana aman ver.
   Ey kerem sahibi, doğru yolun bir taraflı çekişi, iki yol arasında tereddüde düşmekten hayırlıdır.

205. Bu iki yoldan da maksat sensin ama bu ikilikten adama âdeta can çekişmesi gelir.
   Bu iki yolla da sana gelmeye azmedilir ama savaş, asla neşe meclisine benzemez, dedi.

   Bunu, Kuran’daki “Göklerle yeryüzü Tanrı emanetini kabul etmekten korktular, çekindiler” âyetini oku da Tanrı’dan duy.
   Bu ikilikte kalış, acaba şu mu iyidir, hayırlıdır, yoksa o mu, diye tereddüde düşüş, gönülde bir savaş gibidir.
   Tereddütte de bütün kudretleriyle korku ve ümit birbirine saldırır.

Dileğiyle bir yolu seçme ve bu seçişin sebeplerini
sınamadan Tanrı’ya sığınma ve münacat.Göklerle
yerler de  bu ihtiyara sahip oluştan  ve sebeplerin-
den ürktüler,korktular.Halbuki insan,yaratılışından
ihtiyarı ve ihtiyarının sebeplerini dilemeye  haristir.
Nitekim insan ,hastalandı mı ihtiyarını az görür de
ihtiyar  sahibi oluşa  sebep bulunan  iyiliğini  ister,
bu  suretle  ve   mevki  sahibi  olmakla  ihtiyarının
çoğalmasını  diler . Eski milletlerde de Tanrı kahrı-
nın   inmesine  sebep ,  ihtiyarın  ve  sebeplerinin
çokluğu idi.Firavun’u hiç kimse asla yoksul
görmedi.

210. Ey yüce Tanrı, önce bendeki bu çekiliş ve yükselip geliş senden meydana geldi, yoksa bu deniz, sakindi Yarabbi.
   Bana bu tereddüdü, o makamdan verdin, kereminle yine beni tereddütsüz bir hale getir.

   Medet ey feryada yetişen Tanrım, sen beni dertlere müptelâ etmektesin. Senin verdiğin dertlerle erler bile kadınlara döner.
   Bu derde uğratış niceye dek, yapma Yarabbi. Bana bir yol bağışla, on yol verme bana.

   Sırtı yaralı arık bir deveyim; sırtımda bir semere benzeyen ihtiyar yüzünden sırtım yaralandı.

215. Arkamdaki bu mahfe, gâh ağır gelip beni bu yana çekmede, gâh öbür tarafa yanlayıp beni o yana sürüklemede.
   Bu uygunsuz yükü sırtımdan al da iyi kişilerin bahçelerini göreyim.
   Uyanık olarak değil de Ashabı Kehf gibi uykuda olarak cömertlik bahçesinde yayılayım.

   Sağıma, soluma yatıp uyuyayım, fakat ancak top gibi ihtiyarsız olarak yuvarlanayım.
   Ey din Tanrısı, sağıma da dönersem senin döndürmenle döneyim, soluma da dönersem senin döndürmenle.

220. Yüz binlerce yıllardır havadaki zerreler gibi ihtiyarsızdım.
   O zamanı ve o hali unuttum ama uykuda bu âlemden göçüp gitmem, bana o âlemden bir armağan.

   Uyku zamanı bu dört unsur çarmıhından kurtulur, şu daracık yurttan can yaylasına sıçrar, çıkarım.
   Uyku dadısından o geçmiş günlerin sütünü içerim ey bir şeye ihtiyacı olmayan ve herkes kendisine muhtaç olan Tanrı.

   Bütün âlem, kendi ihtiyarından, kendi varlığından sarhoşluk âlemine kaçmaktadır.

225. Bu suretle herkes, şarap, çalgı gibi şeylere düşer de kendi aklından bir an olsun kurtulmaya çalışır.
   Herkes bilir ki bu varlık tuzaktır. İnsanın kendi ihtiyarı ile bir şeyi düşünmesi, bir şeyi anması cehennemdir âdeta.
  
Onun için herkes varlığından, kendiliğinden geçme âlemine, yahut sarhoşluğa kaçar, yahut da bir işe koyulup kendini unutur.
   Fakat yine bu âlemden kendini çeker, varlık âlemine gelirsin. Çünkü o kendini unutma âlemine Tanrı fermanı olmadan gitmiştik.

   Ne cin, zaman kaydının hapsinden kurtulabilir, ne insan.

230. Yüce göklere çıkmak, ancak doğru yolu bulma kuvvetiyle olabilir.
   İnsan, doğru yolu ancak Tanrı’dan çekinen kulun ruhunu, göklerden şeytanları kovan şahaplardan koruyan kuvvetle bulabilir.
   Yok olmadıkça hiç kimseye ululuk tapısına varmaya yol yoktur.
   Göklere yücelme nedir? Şu yokluk. Âşıkların yolu da yokluktur, dini de.
   Aşk yolunda yalvarma bakımından pöstekiyle çarık, Eyaz’a mihrap olmuştur.

235. Gerçi onu padişah severdi.. İçi de güzeldi, dışı da.
   Fakat kendisi de kibirsiz riyasız, kinsiz bir hale gelmişti. Yüzü, padişahın güzelliğine bir anda kesilmişti.
   Varlığından uzaklaştığı için işinin sonu da Mahmut oldu.

   Eyaz, kibir korkusundan çekinirdi de onun için temkini, pek kuvvetli bir hale gelmişti.
   O tertemiz bir hale gelmişti. Kibrin, nefsin boynunu vurmuştu.

240. Ya o düzenleri halka bir şey öğretmek için yapıyor, yahut korkudan uzak bir hikmet yüzünden böyle bir harekette bulunuyordu.
   Yahut varlık, yokluk rüzgârları ile esip gelen bir bağ olduğundan her gün çarığını görmeyi istiyor,
   Bu suretle de yokluk definesinin üstüne kurulan yapının kapısını açmak, o zevk yaşayışının yelini bulmak diliyordu.
   Bu kaynağın malı, mülkü, atlası, çabuk yürüyüp giden cana bir zincirdir.

   Buna kapılan, şu altın zinciri gördü de kapıldı, ruhu bir delik içinde kaldı, ovalara çıkamadı.

245. Görünüşü cennet ama hakikatte bir cehennem. Üstü güllü nakışlarla bezenmiş bir zehirli yılan.
   İnanan kişiye cehennem zarar vermez ama oradan geçmemek daha iyidir ya.
   Cehennem ona bir zeval vermez. Vermez ama herhalde cennet, onun için daha hoştur ya.

   Ey noksan kişiler, şu gül yüzlülerden sakının. Onlarla konuşmaya kalktınız, düşüp kalkmaya başladınız mı anlarsınız ki onlar cehennemdir.

 

 

Bir  Hintli  köle,  efendisinin kızına gizlice âşık
olmuştu . Kızı, bir  ulu adamın oğluna  verdiler.
Köle haber alınca hastalandı, yanıp yakılmaya
başladı.Ne doktor,derdini anlıyordu,ne de onda
söylemeye kudret vardı.

   Zengin bir adamın Hintli bir kölesi vardı. Onu beslemiş, büyütmüş, Âdeta ölüyken diriltmişti.

250. Bilgi ve edep belletmiş, gönlünde hüner ışığını yakmıştı.
   Çocukluğundan beri nazla yetiştirilmiş, o iyilikçi adam, onu lütuf kucağında büyütmüştü.
   Bu zengin adamında güzel, gümüş bedenli, yaradılışı ahlâkı hoş bir kızı vardı.
   Kız, evlenme çağına girince kızı isteyenler, ona ağır nikâh parası vermeye başladılar.
   Her ulu adamdan kız istemeye bir görücü geliyordu.

255. Adam, malın sebatı yoktur, gece gelir, gündüz dağılıverir.
   Güzelliğin de değeri yoktur. Bir diken yarası ile renk solup sararıverir.
   Büyük bir adamın oğlu olmak da bir şey değil. Bu çeşit gençler mala mülke gururlanır.
   Nice büyük adamların oğulları vardır ki kötülükte bulunur, yaptığı kötü iş yüzünden babasına bir âr olur.
   Hünerli, bilgili kişi iyidir ama İblisten ibret al, ona da az tap.

260. Onun da bilgisi vardı ama din aşkı yoktu, bu yüzden Âdem’in yalnız topraktan yaratılan suretini gördü.
   Ey emin kişi, bilgide ne kadar ileri gidersen git onunla gaybı gören gözün açılmaz ki!
   Can gözü açık olmayan, sakaldan, sarıktan başka bir şey görmez, adamın ileri, yahut geri oluşunu, onu tarif edenden sorup öğrenir.
   Ey ârif, sen, birsini anlamak için onu bilen, söyleyip tarif eden kişiye müracaat etmezsin. Çünkü sen, doğmuş, parıl, parıl parlamakta olan bir nursun.
   Senin takvan, dinin var, iyi işler işlersin, öyle ki âlem onlarla düzelir, kurtuluşa erer.

265. Kendisine öyle temiz ve iyi bir damat seçti ki bütün halkın övündüğü kişiydi o.
   Kadınlar onun malı yok, mülkü yok, ululuğu yok, güzel değil, başına buyruk değil dediler.
   Adam dedi ki: Onlar dine, zâhitliğe uymuş adamlar. O da yeryüzünde altını olmayan bir define.
   Hâsılı armağanlar sunuldu, nişan yapıldı, kumaşlar gönderildi, kızın verileceği ortalığa yayıldı.
   Evde küçük bir köle vardı. Bu sıralarda hastalandı, yanıp yakılmaya, eriyip solmaya başladı.

270. Hummaya tutulmuş bir hasta gibi eriyordu. Hekim, hastalığını anlayamadı.
   Akıl diyordu ki: Onun illeti, gönül illeti. Beden ilâcı gönlüne tesir etmez ki.
   Bu sevda yüzünden köleciğin gönlü yaralıydı ama derdini kimseciklere söyleyemiyordu.
   Bir gece zengin adam karısına dedi ki: Kimseye duyurmadan, gizlice onun halini sor soruştur bakalım.
   Sen onun anası sayılırsın. Derdini sana açar elbette.

275. Kadın, bu sözü kulağına koyunca ertesi gün kölenin yanına gitti.
   Yüzlerce nazla, muhabbetle başını karıştırmaya, saçlarını taramaya başladı.
   Şefkatli analar gibi onu yumuşattı, nihayet söyletmeye muvaffak oldu.
   Köle dedi ki: Senden bunu mu umardım ben? Kızını inatçı bir yabancıya veresin.
   Bizim efendimizin kızı olsun, biz de ona âşık olalım da o başkasına varsın? Yazık değil mi?

280. Kadın bu söze öyle kızdı ki onu dövüp damdan aşağıya atmak istedi.
   O kim oluyor diyordu, bir kahpenin Hintli bir oğlu. Nasıl oluyor da bir efendinin kızına tamah ediyor?
   Fakat bunları içinden söylemekle beraber sabretmek daha doğru deyip kendini tuttu. Kocasına, dinle şu şaşılacak şeyi dedi..
   Biz, onu güvenilir bir adam sanıyorduk, umarmıydık böyle bir çalıkuşunun hain çıkacağını?

Efendinin, karısına “Sabret,köleyi tekdir etme.
Ben onu bu tamahtan öyle bir geçiririm ki ne
şiş yanar,ne kebap” demesi.

   Efendi dedi ki: “Sabret. Ona de ki: Kızı ona vermez sana veririz.

285. Bu suretle belki gönlünden o sevdayı çıkarırız. Sen hele bir hoşça bak, ben nasıl onu bu işten vazgeçiririm?
   Sen gönlünü hoş tut,bunu iyice bil ki kızımız, hakikaten de senin eşindir.
   A güzel müşteri, evvelce bunu bilmiyorduk, mademki bildik, elbette kızımıza daha lâyıksın sen.
   Ateşimiz, kendi mangalımızda; Leylâ, bizim Leylâ’mız, Mecnunumuz da sen, de
   İyice bir hayale, bir düşünceye düşsün. İyi düşünce insanı semirtir.

290. Hayvan,otla semirir,insan da yücelikle,şerefle gelişir.
   İnsan kulağından gelişir, duya duya canlanır. Hayvansa boğazından, yemesinden, içmesinden gelişir.
   Kadın, “Böyle bir arlanılacak sözü, ağzım nasıl varır da söyler?
   Onun için böyle abes bir sözü nasıl geveleyebilirim? Gebersin o şeytan huylu hain” dedi.
   Adam, hayır dedi, korkma. Sen böyle söyle de onun hastalığı geçsin, bu lütuf yüzünden iyileşsin.

295. Ondan sonra sevgilim onun derdini gidermeyi bana bırak sen. Yalnız o ince eleyip sık dokuyan bir kere iyileşsin.
   Kadın, o hasta köleye böyle söyleyince öyle ferahladı, öyle kabardı o köle ki âdeta yeryüzüne sığamaz oldu.
   Semirdi, gelişti, benzine kan geldi, kırmızı güle döndü, binlerce şükürler etti.
   Bazen de, hanımcığım, diyordu, sakın bu bir düzen olmasın!
   Efendi, Ferec’i evlendiriyorum diye bir dâvet yaptı, eşini dostunu çağırdı.

300. Gelenler de “Ferec, kutlu olsun” diye onu kandırmaktaydılar.
   Ferec, bu sözleri duyunca artık kızı alacağına iyice inandı. Büsbütün iyileşti, hastalığı kökünden geçti gitti.
   Ondan sonra gerdek gecesi bir oğlanı kadın kılığına soktular.
   Elini, bileğini gelinler gibi kınaladılar. Âdeta ona tavuk gösterip horoz verdiler.
   Başını bağladılar, gelinler gibi elbiseler giydirdiler, gürbüz oğlanı kadın kıyafetine sokup koyverdiler.

305. Efendi halvet zamanı derhal mumu üfledi. Hintli köle öyle güçlü kuvvetli bir oğlanla yalnız kaldı.
   Oğlan, köleye saldırınca Hintlicik, feryada başladı ama dışarıdaki def gürültüsünden sesini kimse duymuyordu ki.
   Def çalması, el çırpması, kadın ve erkeğin naraları, onun sesini boğuyordu.
   Oğlan, sabaha kadar o Hintli köleceğizi berbat edip durdu. Köle, âdeta köpeğin önündeki un torbasına döndü.
   Sabahleyin tas ve büyük bir bohça getirdiler. Ferec damatlar gibi güvey hamamına gitti.

310. Gitti ama bitkin bir haldeydi. Ardı, külhancıların yırtık peştamalına dönmüştü.
   Zavallı hamamdan dönünce efendinin kızı, gelin gibi odaya geçip oturdu.
   Anası, köle, kızı gündüzün sınamaya kalkmasın diye oracıkta beklemekteydi.
   Köle, bir müddet kinle kıza baktı da sonra ellerinin on parmağını da ona doğru sallayıp dedi ki: Dilerim kimse seninle buluşmasın, senin gibi kötü ve pis bir geline düşmesin.

315. Gündüzün yüzün, kadınlar gibi ter-ü taze, geceleyin çirkin aletin, eşek aletinden beter.
   İşte şu âlemin bütün nimetleri, uzaktan pek hoştur ama yaklaştı mı sınamadan ibarettir.
   Uzaktan su görünür ,yanına vardın mı görürsün ki serapmış.
   O kokmuş bir kocakarıdır ama çok cilvelidir, kendisini yeni bir gelin gibi gösterir.
   Sakın onun yüzündeki boyaya aldanma; aman, onun zehirle karışık şerbetini tatmaya kalkışma.

320. Sabret, sabır sıkıntının anahtarıdır; sabret de Ferec gibi yüzlerce zahmete, mihnete düşme.
   Tanesi meydandadır da tuzağı gizlidir. Önce onun sana nimet verişi hoş görünür ama sonu öyle değil!

Bu aldanış,yalnız o Hintli köleye ait değildir.
Tanrı’nın koruduğu kişiden başka herkes,böyle
bir aldanışa uğrar.

   Ona ulaştın mı eyvahlar olsun sana. Nedamete düşer, ne kadar zarı zarı ağlarsın.
   Fakat beylik, vezirlik ve padişahlık adı, hakikatte ölümdür, derttir, can vermedir.
   Kul ol da yeryüzünde at gibi yürü. Cenaze gibi kimsenin boynuna binme.

325. Tanrı nimetine küfranda bulunan, ister ki herkes, kendisini yüklesin de ölüyü mezara götürür gibi götürsünler.
   Rüyada kimi tabuta binmiş, götürülüyor görürsen yüce mertebeli büyük mevkili bir adam olur.
   Çünkü o tabut, halkın boynuna bir yüktür. Bu büyükler de halkın boynuna yük korlar, yük olurlar.
   Yükünü herkese yükleme, kendine yükle. Baş olmayı az iste, yoksulluk daha iyidir.
   Halkın boynuna binme de ayaklarına nikris illeti gelmesin.

330. Sonunda iki elinle bu biniciliğin alnını karışlarsın, fakat şimdi bir şehre benzemedesin. Şehre benziyorsun ama hakikatte bir yıkık köysün sen!
   Şimdi bir şehir görünürken varlığından bez de pılını pırtını yıkık yerde çözme.
   Şimdi yüzlerce bağa, bahçeye sahipken vazgeç varlıktan da âciz ve yıkık yere tapar bir hale gelmeyesin.
   Peygamber, Tanrı’dan cenneti istiyorsan kimseden bir şey isteme.
   Kimseden bir şey istemezsen ben kefilim, cennete de girersin, Tanrıya da ulaşırsın dedi.

335. Bunu duyan sahabe de şu kefillik yüzünden öyle ayarı tam bir hale geldi ki bir gün ata binmiş, bir yere gidiyordu.
   Elinden kamçısı düştü. Attan inip kendisi aldı, kimseden istemedi.
   Çünkü Tanrı, bir şey verdi mi iyidir, kimseye kötü bir şey vermez. O, bilir ve adamın dileğini insan istemeden verir.
   Fakat Tanrı emri ile dilersen caizdir. Çünkü o çeşit istek, peygamberlerin yoludur.
   Sevgili emredince kötü kalmaz. Küfür onun için olursa iman kesilir.

340. Onun emri ile olan kötülük, bütün âlem iyiliklerinden üstündür.
   Sedefin kabuğu paralanırsa ilenme, onda yüz binlerce inci vardır.
   Bu sözün sonu gelmez, dön de padişaha gel. Doğan kuşuna benze.
   Halis altın gibi dükkâna çık da ilenmeden, kınamadan kurtul.
   Bir suret, gönüle girdi mi insan, sonunda nedamete düşer, o suretten bezer.

345. Sonunda herkes, kapıldığı suretten tövbe eder, fakat yine unutuş gelir, onu o yana çeker.
   Pervane gibi uzaktan o ateşi nur görür, yükünü o tarafa çeker.
   Fakat geldi mi kanadı yanıp kaçar. Kaçar ama çocuklar gibi yine gelir, yaraya tuz eker.
   Yine zanna, tamaha düşer, derhal kendisini o ateşe atar.
   Yine yanar, sıçrar. Fakat yine gönlündeki hırs, kendisine yandığını unutturur, sarhoş eder.

350. Hintli köle gibi bezdi de o işten vazgeçti mi işte o zaman yanmaktan kurtulur.
   Ey geceleri aydınlatan ay gibi yüzü parlak güzel, ey konuşup görüşmesine aldananı yakan yalancı, der.
   Fakat yine tövbe ve sızlanma, hatırından çıkar. Çünkü Tanrı, yalancıların düzenini zayıf bir hale getirir, bozar gider.

“Savaş ateşini yaktılar mı Tanrı söndürür”
âyetinin herkese ait oluşu

   Onlar, savaş ateşini yaktılar mı Tanrı, onların ateşini tamamiyle söndürür.
   İnsan azmeder der ki: Gönül, orada durma. Fakat yine unutur, çünkü azim ehli değildir ki.

355. Doğruluk tohumunu ekmemiş olduğundan Tanrı, ona o unutkanlığı verir.
   Gönül çakmağını çakmak ister ama Tanrı, o kıvılcımı söndürüverir.

Bunu anlatan bir hikâye

   Bir adam, geceleyin bir ayak pıtırtısı işitti. Mumu yakmak için çakmağı kavradı.
   Hırsız gelip adamın önüne oturdu, kav ateş aldıkça söndürmeye başladı.
   Kav ateş almasın diye boyuna kavı, yandıkça parmağı ile söndürüyordu.

360. Adam, kavı kendi kendine sönüyor sanmakta, hırsızın söndürdüğünü görmemekteydi.
   Tuhaf şey dedi, bu kav, ıslak olmalı ki ateşlenirken hemen sönmede.
   Pek karanlık olduğundan önünde oturan ve ateşi söndüren hırsızı göremiyordu.
   Senin de gönlünde böyle bir ateş söndüren var da kâfir gözün, körlüğünden görmüyor.
   Bilen duyan gönül, nasıl olur da dönen şeyi bir döndüren var, bunu bilmez?

365. Nasıl olur da kendi kendine geceyle gündüz, sahipsiz olarak nasıl gelir, nasıl gider demezsin?
   A aşağılık kişi, aklın aldığı şeylerin etrafında döner dolaşırsın ha... Bir de gel de şu akılsızlığını gör!
   Evi bir yapanın olması mı daha akla uygundur, yapıcısı olmayan kendi kendine yapılmış bir ev mi, a aklı kıt?
   Yazıyı bir yazanın olması mı daha akla uyar, yoksa olmaması mı ey oğul?
   Cim harfine benzeyen kulak, aynaya benzeyen göz, mime benzeyen ağız, nasıl olur da yazan olmadan yazılır, meydana gelir a kınanmaya değer adam?

370. Aydın bir mum, yakmayan oldukça mı bulunur, yoksa bilen bir yakıcı olunca mı?
   Güzel bir sanat kör ve çolak bir adamın elinden mi çıkar, yoksa her tarafı bütün bir gözlünün elinden mi?
   Madem ki seni kahredeceğini, başına mihnet topuzunu vuracağını bildin;
   Hadi Nemrut gibi savaş, havayı okla bakalım!
   Hani Moğol askerleri gibi... Onlar da biri hastalandı mı ölmesin diye göğe ok atarlar ya, sen de atadur.

375. Yahut da kaçabilirsen kaç, kurtul bakalım.İmkânı mı var? Onun eline bir kere rehin olmuşsun.
   Yokluktayken bile elinden kurtulamadın, şimdi nasıl kurtulabilirsin a güzelim!
   İstek yok mu? İşte o, sıçramak, kaçmaktır; onun adaletine karşı takvanın kanını dökmektir.
   Bu dünya tuzaktır, tanesi de istek. Tuzaklardan kaç onlardan yüz çevir.
   Böyle hareket ettin mi yüzlerce ferahlık bulursun. Fakat istekten geçemedin mi fesatlıklara uğrarsın.

380. Bunun için  Peygamber “Müftüler sana kuvvetli fetvalar bile verseler sen, kalbine danış” dedi.
   İsteği bırak da Tanrı acısın. Bunun böyle olması lâzım, bunu denedin, sınadın ya.
   Mademki kaçamıyorsun, ona kullukta bulun da hapsinden kurtul, gül bahçelerine git.
   Her an kendini görür gözetirsin adaleti de görürsün, yüceliği de ey azgın.
   Fakat perde ardına girer, gözünü kaparsan senin bu göz yummanla güneş, işinden gücünden kalır mı hiç?

 

Padişahın,Eyaz’ın hareketini beğenmiyen bey-
lere onun yüceliğinin rütbesindeki üstünlüğün,
maaşındaki  fazlalığın  sebeplerini, hiçbir  delil
getiremiyecekleri, hiçbir  itirazda  bulunamıya-
cakları bir tarzda bildirip göstermesi

 

 

385. Beyler, hasetten coşunca nihayet padişahı bile kınamaya başlayıp dediler ki:
   Bu senin Eyaz’ında otuz adamın aklı yokken nasıl olur da otuz beyin kaftan parasını yer?
   Padişah, otuz beyle avlanmak üzere dağlara, ovalara çıktı.
   Uzaktan bir kervan gördü, beyin birisine git de,
   Sor bakalım, o kervan hangi şehirden geliyor? dedi.

390. Bey gitti, sorup geldi, dedi ki: Rey’den geliyor.Padişah, peki nereye gidiyormuş? deyince kalakaldı.
   Bir başka beye, git bakalım yüce kişi dedi, sen de nereye gidiyor, şunu anla!
   O da gidip geldi, Yemen’e gidiyormuş dedi. Padişah yükü neymiş? Deyince o da dinelip kaldı.
   Padişah, bir başka beye hadi, sen de yükü neymiş, onu öğren dedi.
   Bey gidip geldi, her cins mal var, fakat çoğu Rey kâseleri deyince,

395. Padişah, Rey’den ne vakit çıkmış? diye sordu. O aklı gevşek bey de âciz kaldı.
   Böylece, otuz hattâ daha fazla beyin hepsi de âciz ve noksan çıktı.

   Bunun üzerine padişah beylere dedi ki: Ben bir gün tek başıma Eyaz’ımı sınadım.
   Şu kervan nereden geliyor? Git anla dedim. Gitti, hepsini sorup öğrenmiş.
   Benim emrim olmadan kervanın bütün ahvalini, olduğu gibi bir bir anlattı.

400. Bu otuz bey, otuz defada ne öğrenebildiyse o, hepsini birden öğrenip geldi.

Beylerin,bu delili cebrice şüphelerle zayıflar-
maya savaşmaları,padişahın onlara verdiği
cevap

   Beyler, bu bir zekâ işi, o da Tanrı vergisi, çalışmakla olmaz ki.
   Aya o güzel yüzü Tanrı vermiş, güle o hoş kokuyu Tanrı ihsan etmiş dediler.
   Padişah dedi ki: İnsanın elde ettiği şey zararsa çalışmamasından ileri gelmiştir, kârsa çalışıp çabalamasından.

   Yoksa Âdem, “Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik” der miydi.

405. Bu suç bahtımdan. Kader böyleymiş,ihtiyatın tedbirin ne faydası var? derdi.
   İblis gibi hani. O da “Sen beni azdırdın. Hem kadehimizi kırıyor, hem de bizi dövüyorsun” demişti ya.

   Halbuki takdir haktır ama, kulun çalışması da hak. Kendine gel de koca şeytan gibi kör olma.
   İki iş arasında tereddütte kalıyoruz. Hiç ihtiyarımız olmasa bu tereddüt olur mu?

   İki eli, iki ayağı bağlı olan adam bunu mu yapsam onu mu, der mi?

410. Denize mi dalsam, yücelere mi uçsam diye hiç tereddüde düşer mi?
   Musul’a mı gitsem, yoksa büyü öğrenmek için Babil’e mi diye düşüncelere kapılır mı?
   Şu halde tereddüt, bir kudrete delâlet eder. Böyle olmasa tereddüde düşenin bıyığına gülerler.

   Yiğidim, kadere az bahane bul! Nasıl oluyor da suçunu başkalarına yükletiyorsun?
   Zeyd, kana girsin, cezasını Amr çeksin... Amr, şarap içsin, Ahmet dayak yesin, bu olur mu?

415. Kendi etrafında dolan, kendi suçunu gör. Hareketi güneşten bil, gölgeden bilme.
   Bir beyin bile ceza vermesi yanlış olmuyor, o gözü açık er, düşmanı biliyor.
   Bal şerbeti içersen başkasına humma gelmiyor. Gündüzün çalışıyorsun, akşamleyin ücretini başkası almıyor.
   Neye çalıştın da zararını, faydasını görmedin? Ne ektin de devşirme vakti onu biçmedin?

   Canından, teninden doğan işin, çocuğun gibi gelir, senin eteğini tutar.

420. Yaptığın işe gayb âleminden bir suret verirler. Hırsızlık için darağacı kurmuyorlar mı?
   Darağacı hırsızlığa benzemez ama gaypları bilen Tanrı’nın meydana getirdiği bir örnektir.

   Tanrı, şahsın gönlüne, adalet için şöyle bir suret düz diye ilhamda bulunur.
   Sen de bilir, anlarsın ki bu, bu işin karşılığı. Yoksa adalet sahibi olan Tanrı takdiri, insana yaptığına uygun olmayan cezayı nasıl olur da verir?

   Hâkim bile bunu seçer, bu çeşit hareket ederken bu hâkimlerin en doğru ve adaletli hüküm vereni olan Tanrı, nasıl hükmeder? Düşün artık.

425. Arpa ektin mi, arpadan başka bir şey bitmez. Borcu sen verdin kimden rehin istiyorsun ki?
   Suçunu başkasına yükleme. Aklını yaptığın işin cezasına ver, kulağını o yana aç...
   Suçu kendine bul, tohumu sen ektin. Tanrı’nın mücazatıyla, adaletiyle uzlaş.

   Zahmetin sebebi kötülük etmektir. Kötülüğü yaptığın işlerde gör, talihimden deme.
   Talihe bakış insanı şaşı eder.Köpeği samanlıkta uyutur, tembel bir hale sokar.

430. Civanım kendi nefsini suçlu bul da adaletin verdiği cezayı az kına.
   Ercesine tövbe et, yola baş koy. “Kim bir zerre kadar iyilik, yahut kötülük etse mükâfat ve mücazatını görür.”
   Nefsin afsununa az aldan, Tanrı güneşi, bir zerreyi bile örtüp kaybetmez.
   Şu cismani güneş karşısında bile bu cismani zerreler görünürse,
   Elbette hâtıra ve düşünce zerreleri, hakikatlar güneşine karşı görünecek.

 

Bir avcı,kuşlar kendisini ot sansınlar diye ot-
lara,çimenlere bürünmüş,başına da külâh gibi
gül  ve lâleler koymuştu. Akıllı bir kuş,ben bu
çeşit çayır,çimen görmedim,bu insan olsa ge-
rek  diye ondan bir koku almıştı ama tam de-
ğil  .Çünkü  bu ilk şüphesi, katî değildi ,ikinci
şüphesi  daha katî oldu,yani hayır,hayır dedi,
herhalde çayır,çimen olmalı.Bu şüphe hırs ve
tamahtan gelmişti.Hırs ve tamah hele ihtiyaç
ve yoksulluk zamanı pek müşküldür.Peygam-
ber  , ” Az  kaldı  yoksulluk  küfür  oluyordu ”
demiştir.

 

 

435. Bir kuş, çayırlığa gitti. Orada da av için bir tuzak vardı.
   Avcı yere birkaç tane saçmış, kendisi de orada pusuya sinmişti.
   Biçare avı yakalamak için kendisine yaprakları ,otları sarmıştı.
   Bir kuşcağız onu tanımayıp geldi, adamın etrafında dönüp dolaştı.
   Sen kimsin ki dedi, böyle yeşiller giyinmişsin, bu vahşi hayvanlar içinde ovada oturup duruyorsun.

 

440. Adam, bir zâhidim dedi, dünyadan elimi ayağımı çektim, burada otlarla kanaat edip gidiyorum.
   Zahitliği kendime yol yordam yaptım. Çünkü ecelimi önümde görmekteyim.
   Komşumun ölümü, bana, vaiz edici yeter. Bu öğüt, benim kazancımı, dükkânımı yıktı mahvetti.
   Sonunda mademki yapayalnız kalacağım, her kadınla, her erkekle düşüp kalkmaya alışmamak lâzım.
   Mademki sonunda mezara yüz tutacağım, tek Tanrı’ya alışmam daha iyi.

 

445. Güzelim, sonunda değil mi ki çenemiz bağlanacak, çenemi az oynatmam daha doğru.
   Ey altın sırmalı esvaplar giymeye, altın kemerler takınmaya alışmış adam, nihayet sana da bir dikilmemiş elbisedir giydirilecek.
   Yüzümüzü toprağa tutalım, ondan bittik, geliştik. Neden gönlümüzü vefasızlara verelim?
  
Bizim atalarımız akrabalarımız, eskiden beri dört tabiattır. Öyle olduğu halde biz, eğreti akrabalara tamah ettik.
   Yıllardır insanın cismi, unsurlarla görüşmede, konuşmada.

450. Ruhu da, nefislerle akıllardan ama ruh, kendi asıllarını unutmuş.
   O tertemiz nefislerle akıllardan, cana her an ey vefasız diye mektup gelmede.
   Beş günlük dostları buldun da eski dostlardan yüz çevirdin.
   Çocuklar oyundan hoşlanırlar ama, geceleyin onları çeke çeke evlerine götürürler.

   Küçük çocuk oyuna başlarken soyunur, hırkasını külâhını, ayakkabısını çıkarır atar. Hırsız da gelip ansızın onları kapıverir.

455. Çocuk, oyuna öyle bir dalar ki külâhı, gömleği aklına bile gelmez.
   Gece gelir çatar bir türlü oyunu bırakamaz. Eve bir türlü yüz çeviremez.

   Duymadın mı, “Dünya ancak bir oyundan ibarettir” denmiştir. Sense oyuna daldın, elbiseni yele verdin, şimdi korkuya düştün.
   Gece gelmeden elbiseni ara, gündüzü dedikoduyla zayi etme.

   Hâsılı ben de ovada kendime halvet bir yer seçtim, halkı elbise hırsızı gördüm.

460. Ömrün yarısı, sevgili isteğiyle geçti, yarısı düşmanların derdiyle.
   O, cüppeyi aldı götürdü, bu, külâhı. Biz de küçücük çocuklar gibi oyuna daldık;
   Derken ecel gecesi yaklaştı. Artık bırak şu oyunu, yeter dönme oyuna gayrı.
   Tövbe atına binde hırsıza yetiş, hırsızdan elbiselerini al, geri dön.

   Tövbe atı acayip bir attır. Bir anda şu aşağılık âlemden ta göğün üstüne kadar sıçrayıp çıkar.

465. Fakat atını da hırsızdan gözet ha. Biliyorsun ya, o, gizlice elbiseni de çaldı.
   Aman şu atımı gözet de hırsız çalmasın.

Hırsızlar,birisinin koçunu çaldılar.Onunla
kanaat  etmediler de elbisesini çaldılar.

   Birisinin bir koçu vardı. Boynuna bir ip bağlamış, ardından çekip götürüyordu. Bir hırsız geldi, ipini kesip koçu götürdü.
   Adam haberdar olunca, koçu nereye götürdü diye sağa sola koşmaya başladı.
   Hırsızın bir kuyu başında eyvahlar olsun diye feryadetmekte olduğunu gördü.

470. Dedi ki: Üstat, neden feryat ediyorsun? Hırsız, kuyuya altın torbam düştü.
   Çıkarabilirsen sana gönül hoşluğu ile beşte birini veririm.
   Yüz altının beşte birine sahip olursun dedi.Adam, bu tam on koçun değeri.

   Bir kapı kapandıysa on kapı açıldı. Bir koç gittiyse Tanrı, ona karşılık bir deve ihsan etti ,deyip ;
   Elbisesini çıkarttı, kuyuya indi. Hırsız da derhal elbiselerini alıp kaçtı.

475. Yolu köye çıkaracak bir tedbir gerek. Yoksa insana tamah tohumunu getiren tedbire tedbir demezler.
   Tamah huyu fitneden ibaret bir hırsızdır ama hayal gibi her an bir surete bürünür.
   Onun hilesini Tanrı’dan da başka kimse bilmez.Tanrı’ya kaç da o alçaktan kurtul!

Mustafa aleyhisselâm “İslâmda rahiplik yok-
tur”  buyurmuştur . Bu  esasa  göre  kuşun ,
avcıyla konuşup,görüşmesi

   Kuş dedi ki: Azizim, halvette oturma. Ahmed’in dininde rahiplik iyi değildir.
   Peygamber, rahipliği nehyetti. Sen, nasıl oldu da böyle bid’ate kapıldın.

480. Cuma namazını kılmak, namazı cemaatle eda etmek, halka iyilik yapmalarını, Tanrı buyruklarını tutmalarını emretmek, kötülükte bulunmaktan çekinmek lâzım.
   Kötü huyluların zahmetlerini çekip sabretmek, bulut gibi halka menfaatli olmak gerek.

   “İnsanların hayırlısı halka faydalı olanıdır” babacığım. Taş değilsen taşla toprakla işin ne?
   Acınmış, Tanrı rahmetine erişmiş ümmetin arasında ol. Ahmed’in sünnetini bırakma, ona mahkûm et kendini.

   Adam dedi ki: Aklı tam olmayan, akıllı kişinin yanında taşa kerpice benzer.

485. Ekmek isteğine düşen, eşekten farksızdır. Onunla konuşup görüşmek rahipliğin ta kendisidir.
   Çünkü Haktan başka ne varsa hepsi mahvolur gider. Her gelecek, bir müddet sonra gelir, olacak olur.
   Adam olmayan kişinin hükmü de, kıblesine benzer. O ölüyü arayıp durur, var onu da ölü say sen.

  
Böyle adamlarla düşüp kalkan da rahiptir. Çünkü düşüp kalktığı adamlar, taştan, kerpiçten başka bir şey değildir.
   Hattâ onlar taştan, kerpiçten de beterdir. Çünkü taş ve kerpiç, kimsenin yolunu vurmaz. Halbuki bu kerpiçlerden insana yüz binlerce zarar gelir.

490. Kuş, iyi ama dedi, asıl savaş, yolda böyle yol vuranlar olunca savaştır.
   Aslan gibi olan er, halkı korumak, onlara yardım etmek ve düşmanla savaşmak için emin olmayan yola gelir.
   Erlik, yolcu düşmanla çatıştığı zaman meydana çıkar.

   Peygamber, kılıçla gönderildi, ümmeti de saflar yaran er bir ümmettir.
   Bizim dinimiz de iş, savaştadır. İsa dininde mağaraya, dağa çekilip ibadette.

495. Adam dedi ki: Evet ama insanda güç kuvvet varsa, kötülüklere karşı durabilirse.
   Kuvvet olmayınca çekinmek daha doğru. Takatin yetmeyeceği şeyden kaçmak daha yerinde bir iş.

   Kuş, işe sarılmak için dedi, yüreğin doğru olması gerek. Yoksa insanın dostu eksik olmaz.
   Sen dost ol da sayısız dost gör. Fakat dost olmazsan dostsuz, yardımsız kala kalırsın.
   Şeytan kurttur, sen de Yusuf’a benzersin. Ey temiz er, sakın Yakup’un eteğini bırakma.

500. Kurt, çok defa, sürüden bir kuzu, yalnız başına bir yol tutup ayrıldı mı onu kapar,yer.
   Sünneti ve topluluğu bırakan kişi, yırtıcı hayvanlarla dopdolu olan böyle bir yerde kendi kanını dökmez de ne yapar?
   Sünnet yoldur, topluluk da yoldaşa benzer. Yolsuz yoldaşsız oldun mu bu daracık yerde helâk oldun gitti.

  
Akla düşman olan yoldaş, yoldaş değildir. O, bir fırsat arar ki elbiseni alıp götürsün.
   Seninle beraber gider, gider ama bir aşılmaz bele, boğaza gelsin de varını yoğunu yağma etsin diye.

505. Yahut da o yoldaş dediğin kimse görünüşte cesurdur fakat hakikatte korkak. Bu sarp iş başa düştü mü dönmek için sana ders vermeye kalkışır.
   Korkaklığından dostunu da korkutur. Böyle yoldaşı düşman bil, dost değil.

   Bu yol, insanın canıyla başıyla oynayacağı yoldur. Her meşelikte, her sazlıkta yufka yüreklileri geriye çevirecek bir âfet vardır.
   Din yolu, her puşt tabiatlının gideceği yol değildir. bu yüzden de tehlikelerle doludur.

   Yoldaki bu korku, unu kepekten ayıran elek gibi insanların da yüreklilerini yüreksizlerinden ayırt eder.

510. Yol, nasıl yoldur? Gidenlerin ayak izleri ile dopdolu bir yol. Dost nasıl dosttur? Rey ve tedbir bakımından merdivene benzeyen, seni aklı ile her an irşat edip yücelten dost.
   Tutalım ki ihtiyatlısın da seni kurt kapmadı. İyi ama topluluk olmadıkça o neşeyi bulamazsın ki.
   Yalnız olarak bir yolda neşeli neşeli giden kişinin neşesi, dostlarla, yoldaşlarla giderse birken yüz olur.
   Eşek, ağır canlı olduğu halde eşeğiyle dostu ile giderse neşelenir kuvvet bulur.

   Kervandan ayrılıp,yalnız yol almaya kalkışan eşeğe o yol, yüz kere daha uzar, o derece yorulur.

515. O çölü yalnız olarak aşıncaya kadar kaç sopa fazla yer, kaç kere fazla nodullanır.
   O eşek sana der ki: Eşek değilsen yola böyle yalnız düşme. Sen de bu öğüdü iyi dinle.
   Yolu gözeterek tenhaca ve güzel güzel giden, şüphe yok ki dostlarla daha güzel gider.

  
Her peygamber, bu düz yolda mucize gösterdi, yoldaşları aradı.
   Duvarların yardımı olmasa evler, ambarlar nereden meydana gelirdi?

520. Her duvar, birbirinden ayrı olsa tavan, havada nasıl olur da direksiz, dayanaksız durur.
   Kâtibin, kalemin yardımı olmasa kâğıt üstüne yazı mı yazılır, sayı mı dökülür?

   Bir kişi kamışları yere döşese, fakat örüp hasır yapmasa nasıl durur? Bir yel geldi mi alır, uçuruverir.
   Tanrı, her cinsi eş yarattı, sonuçlar da topluluktan meydana geldi.
   Hâsılı adam söyledi, kuş söyledi... bahisleri uzadı gitti.

525. Mesnevi’yi kısa ve gönlün istediği bir şekilde düz. Macerayı özlü ve kısa anlat.
   Ondan sonra kuş dedi ki: Bu buğdaylar kimin? Adam, vasisi olmayan bir yetimin emaneti.
   Beni emin bildikleri için emanet ettiler, yetim malı dedi.

   Kuş dedi ki: Ben pek açım. Şu anda bana leş bile helâl.
   Müsaade et de ey emniyetli, zâhit ve muhterem zat, şu buğdaydan yiyeyim.

530. Adam, zaruret hakkında fetva veren de sensin. Fakat zaruretin, ihtiyacın yok da yersen suçlu olursun.
   Hattâ zaruretin varsa bile çekinmek daha iyi. Fakat mademki yiyeceksin, parasını ver bari dedi.

   Kuş, o anda tamamiyle kendisinden geçmişti. Atı, yularını elinden almıştı.
   Buğdayları yedi ama tuzakta kala kaldı. Nice Yâsin okudu,nice En’am okudu.
   Âciz kaldıktan sonra ister acıklan, ister ah et. Bu kara duman, o hale düşmeden gerekti.

535. Hırs ve heves, insanı harekete getirdi mi o zaman ey feryadıma yetişen, medet de.
   Çünkü bu feryat, Basra harap olmadan edilen feryattır. Belki bu sınıklık yüzünden Basra kurtulur.

   Ey ağlayan dövünen, bana Basra’yla Musul yıkılmadan ağla, dövün!
   Ölümden evvel feryat et, başına topraklar saç. Ölümden sonraysa ağlama, dayan.
   Ben felâkete düşmeden, helâk olmadan ağla bana, felâket tufanından sonraysa ağlamayı bırak.

540. Şeytan, yolunu vurmadan Yâsin okumak gerek.
   Kervan vurulup kırılmadan hayvan döv de yol alsın ey kervancı.

Bir kervancı,hırsızlar,tacirlerin mallarını
tamamiyle alıp götürünceye kadar susması,
ondan sonra gürültüye kalkışması

   Bir kervan muhafızı uyunmuştu. Hırsız gelip kervanı soydu, aldığı malları toprağa gömdü.
   Sabahleyin kervan halkı uyandı, malların, gümüşlerin, develerin yerinde yeller esiyordu.

   Mallarımız ne oldu yahu? Söyle bakalım dediler.

545. Dedi ki: Gece hırsızlar geldiler. Gözümüzün önünde ne var ne yoksa alıp götürdüler.
   Halk, a kum tepesine benzeyen herif, a arda kalasıca, sen ne yaptın? dediler.
   Dedi ki: Ben bir kişiydim, onlar yiğit, gürbüz, silâhlı bir alay adamdı.
   Halk pekâlâ dedi, savaşmayacaktın bari uyanın kalkın diye bağırsaydın.

   Dedi ki: Bağırmak istedim ama tam o sırada bana bıçak, kılıç gösterip sus, yoksa acımadan seni keseriz demek istediler.

550. Ben de korkudan ağzımı kapadım. Fakat şimdi istediğiniz kadar bağırıp çağırayım.
   O zaman soluk bile alamıyordum, fakat şimdi dilediğiniz kadar feryat edeyim!

   Kötü ve rüsva, şeytan, ömrünü zâyettikten sonra “Euzü” çekmek, “Fâtiha” okumak beyhudedir.
   Beyhudedir ama yine de gaflete düşmek, feryat etmekten daha kötüdür ya.

   Sen de beyhude olsa, tatsız tuzsuz bulunsa bile yine feryat et, sızlan; ey yüce ve üstün Tanrı, de... Lûtfet bu hor kişilere bir bak.

555. Feryada erişme zamanı da kaadirsin, o zaman geçince de. Allah’ım senden bir şey eksilmez ki!
   Sen “Kaybettiğiniz şeylere hayıflanmayın” diyen padişahsın. Dilediğin şey nasıl olmaz?

Kuşun,bu tutuluşunu zâhidin hareketine,riya
ve hilesine vermesi,zâhidin de cevabı

   Kuş dedi ki: Zâhitlerin afsununu dinleyenin lâyığı budur.
   Zâhit, hayır dedi, nahak yere yetimlerin malını yiyen kişinin lâyığıdır bu.
   Kuş, bundan sonra öyle bir ağlayıp sızlanmaya koyuldu ki derdinden tuzak da titredi, avcı da.

560. Kuş, gönlümdeki birbirine zıt şeyler yüzünden belim kırıldı diyordu; sevgili, gel de ellerinle başımı okşa.
   Elinin altında oldukça başım rahatlaşır. Elin lûtuf ve ihsan hususunda bir delildir senin.
   Gölgeni başımdan çekme. Kararım kalmadı, kararım kalmadı, kararım kalmadı!

  
Senin derdinle ey selvilerin, yaseminlerin haset ettikleri güzel, uyku gözlerimden usandı.
   Lâyık değilsem bile ne olur, bir an olsun bu dertlere düşmüş, dermana lâyık olmayan kulun halini sorsan ne olur ki?

565. Yoklukta ne liyakat vardı ki sen ona bunca lûtuf kapılarını açtın.
   Uyuz bir toprağı, kerem ettin de insan haline getirdin; yenine, yakasına duygu nurlarından on inci doldurdun.
   Ölü bir meni, bu beş zâhiri, beş bâtıni duyguyla adam haline geldi.

   Ey yüce nur, senin tevfikın olmadıkça tövbe nedir ki? Tövbenin bıyığına gülmeli.
   Dilersen, tövbenin bıyıklarını bir bir yolarsın. Tövbe, bir gölgedir, sense aydın bir ay.

570. Ey yüzünden dükkânım, durağım yıkılmış olan dilber, kalbimi sıkmaktasın, nasıl feryat etmeyeyim?
   Senden nasıl kaçabilirim ki sensiz bir diri bile yoktur. Senin tanrılığın olmadıkça kulun varlığı olamaz.

   Ey canların aslı, canımı al benim. Sensiz bu candan usandım artık.
   Deliliğe âşığım, akıllılığa, usluluğa doydum.
   Utancımı yırttım, paraladım mı hiç olmazsa sırrımı açık söylerim. Ne zamana dek bu sabır, ne zamana dek bu mihnet ve titreyiş?

575. Saçak gibi âr ve hayâ altında gizlendim kaldım. Birdenbire şu yorganın altından bir sıçrayayım.
   Yoldaşlar, sevgili, yolları bağladı. Biz topal ceylânlarız, o avlanan bir aslan.
   Ona teslim olmak, emrine boyun eğmekten başka, böyle bir kan döken erkek aslana karşı ne çaremiz var?

   O, güneş gibi ne uyumakta, ne bir şey yemekte. Ruhları da uyutmamakta,ruhlara da bir şey yedirmemekte.
   Gel demekte, ya ben ol, ya benim huyumla huylan da sana tecelli edeyim, yüzümü gör.

580. Görmediysen neden böyle çıldırdın... Topraktan neden dirilmeyi istiyorsun?
   Mekânsızlık mekânından sana ot vermeseydi can gözün, o tarafa dikilir kalır mıydı hiç?
   Kedi, delikten rızıklanır da onun için delik başında bekler durur.
   Başka bir kedi de damlarda gezinir.Çünkü kuş avlar, onunla rızıklanır.

   Birisi çulhacılığı kıble edinmiştir, öbürü kaftan parası için padişaha bekçilik yapar.

585. Bir başkası da işsiz güçsüzdür, yüzünü mekânsızlık yurduna tutmuştur. Çünkü onun can gıdasını da oradan sen vermedesin.
   İradesini Tanrı’ya verenin işi iştir. O, Tanrı işi için her işten kesilmiştir.
   Başkaları şu birkaç gün içinde ta göç gecesine kadar çocuklar gibi oyuna dalıp giderler.
   Uyuyan biri sıçrayıp uyandı mı vesveseler dadısı ona işveler yapar.

   Hadi der canım yavrum uyu. Kimsenin seni uyandırmasına razı değiliz biz.

590. Senin, kendi kendini uykudan çekip koparman lâzım... su sesini duyan susuz gibi hani.
   Ben, susuzların kulağına gelen bir su sesiyim. Yağmur gibi göklerden yağarım ben.
   Âşık, sıçra, şu ıstıraptan kurtul. Hem susuzluk, hem su sesini duymak, hem de uyku... Bu nasıl olur?
 

 

Bir âşık,sevgilisinin verdiği söze uyup geleceği
yere geldi,fakat gece uzadı,o da beklerken
uykusu gelip daldı.Sevgilisi,va’idinde durdu,
geldi.Fakat onu uyur görünce cebini cevizle
doldurup gitti

   Eski zamanlarda bir âşık vardı, devrinde ahdinde duran bir âşıktı o.
   Yıllarca zaman ay yüzlü sevgilisine bağlanmış, padişahına âdeta esir olmuştu.

595. Arayan nihayet bulur. Kurtuluş, sabırdan doğar.
   Sevgilisi bir gün, bu gece gel dedi, senin için ballar börekler yaptım.
   Falan odada gece yarısına kadar bekle de geceleyin sen çağırmadan ben gelirim.
   Adam, kurban kesti, ekmekler dağıttı.Beklediği ay, toz altından çıkmış görünmüştü.
   O hararetli âşık geceleyin, sevgilisinin vaadine ümitlenerek o odaya gelip oturdu.

600. Gece yarısı geçince va’dinde duran sevgilisi çıka geldi.
   Fakat âşığını uyuyor buldu. Yeninden bir parça kesti.
   Sen çocuksun, bunlarla oynaya dur diye cebine de birkaç tane ceviz koydu.
   Âşık, geceleyin uykusundan sıçrayıp uyanınca yanı başında yenini, cebindede cevizleri gördü.
   Dedi ki: Padişahımız, doğruluktan, vefadan ibaret. Bize ne geliyorsa bizden geliyor!

605. Ey uykusuz gönül, biz bundan eminiz. Çünkü bekçi gibi dam üstünde elimizde sopa beklemekteyiz.
   Cevizlerimiz, bu değirmende kırıldı, derdimize ait ne söylesen azdır.
   Ey bizi kınayan, bu macerayı ne vakte dek dinleyip duracağız? Bundan böyle artık deliye az öğüt ver.
   Ben artık ayrılık işvesine ait sözleri duymak istemem. Bunu sınadım, ne vakte dek sınamaya devam edeceğim.
   Bu yolda coşup köpürmekten, deli divane olmaktan başka ne varsa uzaklıktır, yabancılıktır.

610. Derhal kalk, ayağıma o zinciri vur.Çünkü ben, tedbir silsilesini yırttım gitti.
   Fakat o devletli sevgilimin büklüm büklüm saçlarından başka iki yüz tane zincir getirsen kırarım.
   Kardeş aşk ve namus doğru bir şey değil. Ey âşık, âr ve hayâ kapısında durma.
   Artık vakti geldi, soyunayım, sureti bırakayım da baştanbaşa can olayım.
   Ey utancın, düşüncenin düşmanı gel! Ben âr ve hayâ perdesini yırttım.

615. Ey canın uykusunu büyüyle bağlayan sevgili, sen şu âlemde ne katı yürekli sevgilisin.
   Hemen sabrın boğazını sık da aşkın gönlü kutlu olsun.
   Ey gönlümüzü yurt ve konak edinen dost, ben yanmadıkça aşkın gönlü kutlu olur mu hiç?
   Sen kendi evini yakmadasın, yak. Kimdir bu caiz değil diyecek?
   Ey sarhoş aslan, bu evi yak. Âşıkın evi, böyle olsun, bu daha doğru ve yerinde.

620. Bundan böyle bu yanışı kıble edineyim, çünkü ben mumum yandıkça aydınım.
   Babacığım, bu gece uykuyu bırak, bir gececik olsun uykusuzlar mahallesine gel de,
   Şu mecnun olanlara pervane gibi vuslat uğruna ölenlere bak.
   Halkın aşk denizinde gark olan şu gemisine bak. Sanki aşkın boğazı bir ejderha!
   Gizli, fakat gönüller kapan bir ejderha... Dağ gibi akılları çekiveren bir kehribar.

625. Hangi güzel koku satanın aklı, ondan haberdar olsa ırmağa bütün tablalarını döküverir.
   Yürü, yürü... hakikaten bu ırmağın ne misli vardır, ne eşi; sen, bu ırmaktan ebediyen çıkamazsın.
   Ey yalancı gözünü aç da bak. Ne vakte dek ben şunu, bunu bilmem diyeceksin.
   Riya ve mahrumiyet vebasından kurtul, diri ve daima işte güçte olan Tanrılık âlemine gir.
   Gir de görmüyorum, görüyorum olsun... Şu bilmemler biliyorum haline gelsin.

630. Sarhoşluktan geç, sarhoşluk verir ol. Bu renkten renge girişi bırak, onun istivasına naklet.
   Niceye bir bu sarhoşlukla nazlanıp duracaksın? Her mahalle başında bunca sarhoş var.
   İki âlem de sevgilinin sarhoşları ile dolsa hepsi de bir olur ki, o bir de hor hakîr değildir.
   Onlar bir olmakla derecelerinden düşmeyecekleri gibi çok olmakla da dereceleri düşmez. Hor hâkir kimdir? Bedene tapan cehennemlik!
   Âlem, güneşin nuru ile dolsa o yalımı güzel ısılık kaynağı, hor mu olur?

635. Fakat bütün bununla beraber yücelere çık, salın. Çünkü Tanrı’nın yeryüzü geniştir, sana ram olmuştur.
   Bu sarhoşluk, yüce bir doğan kuşuna benzer ama kutluluk mekânında ondan da yüceleri vardır.
   Yürü, herkesten seçilmiş olmada, ruh bağışlamada sarhoşlukta ve sarhoş etmede bir İsrafil kesil.
   Sarhoşun gönlüyle alay etme, eğlenme hevesi düştü mü bunu bilmem, onu bilmem, demeyi tutturur.
   Bunu bilmem, onu bilmem demek,bildiğimiz kimdir onu söylemen içindir.

640. Sözde bir şeyi nefyetmek. Bir şeyi ispat etmek içindir. Nefyi bırak da söze ispattan başla.
   Bu değil, o değil sözünü terket de var olanı ileri getir.
   Nefyi bırak da var olana tap, bunu o sarhoş Türk’ten öğren babacığım.

Mahmur Türk beyinin, sabah çağı çalgıcıyı ça-
ğırması;  ” Ulu   Tanrı’nın  dostlarına hazırladığı
bir  şarap  vardır, onu içtiler mi sarhoş   olurlar,
sarhoş  olunca da  tertemiz  bir  hale  gelirler..”
hadisinin tefsiri
Şarap  , sırlar  küpünde  şunun  için   köpürür:
Kim  , her  şeyden  geçmişse  o   şarabı  içer.
Ulu   Tanrı      İyi   kişiler   içerler ”    demiştir.
Senin içtiğin şarap haramdır.
Biz,helâl olan şaraptan başka şarap içmiyoruz.
Çalış da yokluktan varlığa ulaş.
Tanrı    şarabiyle   sarhoş    ol.

   Yabancı bir Türk, seher vakti uyandı. Sarhoşluğun verdiği mahmurlukla bir çalgıcı istedi.
   Can çalgıcısı, insanın canına munistir. Sarhoşun mezesi, gıdası ve kuvveti odur.

645. Çalgıcı onları sarhoşluğa çeker. Sonra yine sarhoşluğu, çalgıcının, okuyucunun nağmesinden, nefesinden tadarlar.
   Tanrı şarabı, insanı o çalgıcıya, o okuyucuya götürür; bu ten şarabı da bu çalgıcıdan, bu okuyucudan gıdalanır.
   Söze gelince ikisi de birdir ama hakikatte bu Hasan’la o Hasan arasında fark çoktur.
   Arada söze ait bir şüphe var ama gökyüzü nerede, ip nerede?
   Sözdeki birlik, daima yol vurur. Kâfirle müminin birliği, ten bakımındandır.

650. Bedenler, ağızları kapalı testilere benzerler. Her testide ne var? Sen ona bak.
   O beden testisi, âbıhayatla doludur, bu beden testisi ölüm zehriyle.
   İçindekine bakarsan padişahsın, dışına bakarsan yolunu azıttın gitti.
   Söz,bil ki şu bedene benzer, manâsı da içindeki candır.
   Baş gözü, daima bedeni görür, can gözü ise, hünerli canı.

655. Mesnevi’nin sözlerindeki suret de surete kapılanı azdırır, yolunu kaybettirir, manâya bakan kişiye de yol gösterir, doğru yolu buldurur.
   Tanrı da “Bu Kur’an, gönül yüzünden bazılarına doğru yolu gösterir, bazılarının da yolunu azıtır” buyurmuştur.
   Arif, şarap dedi mi Tanrı için olsun abes görme. Arife nasıl olur da bir şey yok olur?
   Sen, şeytanın içtiği şarabı anlarsan Tanrı şarabını nereden düşünebileceksin?
   Çalgıyla şarap... bu ikisi de eşittir. Bu ona koşar, o buna.

660. Sarhoşlar, çalgının namesiyle, çalgıcının nefesiyle gıdalanırlar. Çalgıyla çalgıcı da onları meyhaneye çeker götürür.
   O, meydanın başıdır, bu, sonu. Gönül, onun çevgânında bir top kesilmiştir.
   Akılda ne varsa kulak oraya dikilir. Başta safra varsa yanınca sevda olur.
   Sonra bu ikisi de kendinden geçer, orada baba da bir olur oğul da.
   Neşeyle dert uzlaştı mı türkümüz çalgıcıları uyandırdı.

665. Çalgıcı uyutucu bir şarkı okumaya başladı: Ey yüzünü görmediğim sevgili, bana bir kadeh sun.
   Sen, benim yüzümsün, hakikatimsin, seni görmezsem şaşılmaz. Yakınlığın son derecesi, şüpheye düşme perdesiyle bürünmedir.
   Sen aklımsın, seni görmezsem şaşılmaz. Karışık şeylerin birbirine girmesinden seni göremezsem şaşılacak şey değildir bu.
   Sen, bana şah damarımdan daha yakınken, yâ diye nasıl sana hitap edebilirim? Yâ, uzakta olana hitaptır.
   Ben, kıskançlığımdan yanımdaki sevgiliyi gizlemek, duyanları yanıltmak için dağlarda, çöllerde sana nida edip duruyorum.

Bir    körün   Mustafa   aleyhisselâm’ın   evine
gelmesi  , Tanrı  razı  olsun , Ayşe’nin  körden
kaçması,Resûl aleyhisselâm’ın “Neye kaçıyor-
sun ?   O  seni  görmüyor  ki”  demesi  üzerine
Ayşe’nin ,Peygambere cevabı

670. Peygamberin huzuruna bir kör geldi, ey her hamur teknesine ihsanda bulunan dedi.
   Sen, sulara, yağmurlara hâkimsin, ben de susuzum, su istiyorum. Ey beni suvaran medet, medet!
   Kör kapıdan aceleyle gelince Ayşe, görünmemek için derhal kaçtı.
   O temiz kadın, kıskanç peygamberin gayretini biliyordu.
   Kim daha güzelse kıskançlığı daha artıktır. Çünkü oğullarım, kıskançlık nazdan meydana gelir.

675. Kokmuş kocakarılar, çirkinliklerini, kartlıklarını bilirler de kocalarına kendi elleriyle genç kadın alırlar, kendi elleriyle kendilerine ortak getirirler.
   İki âlemde de Ahmed’in güzelliği gibi güzellik mi var? Tanrı nuru, ona yardım etmede.
   İki âlemin nazı da onda olacak elbet. Bu bakımdan kıskançlık da, güneşten yüz kat daha parlak olan ona yaraşır.
   Topumu Zühal yıldızına attım. Yıldızlar, yüzünüzü çevirin.
   Benim eşi olmayan parlaklığıma karşı yok olun. Yoksa nuruma karşı rüsvay olursunuz.

680. Ben her gece keremimden kaybolurum, gider gibi görünürüm, yoksa nereye gideceğim?
   Gider gibi görünürüm de, siz de bir gececik olsun bensiz şu âlemde yarasalar gibi kanat çırpın!
   Tavus kuşları gibi kanatlarınızı gösterin, sarhoş olun, baş çekin, ululanın.
   Fakat çarık nasıl Eyaz’ın mumu ise siz de arada bir o çirkin ayaklarınıza bakın.
   Benlikle sol taraf ehlinden olmayasınız diye kulağınızı çekmek için sabahleyin yüz gösteririm der.

685. Bunu bırak da bu söz uzundur. Kün emri sözü uzatmayı nehyetmiştir.

Mustafa aleyhisselâm’ın ,gönlümdekini biliyor
mu,yoksa söylenen bir sözü mü taklit ediyor
diye  anlamak  için,Tanrı  razı  olsun, Ayşeyi
sınaması ve “Neden gizleniyorsun?Gizlenme.
Kör,seni görmüyor ki” demesi.

   Peygamber, sınamak için “O kadar gizlenme, o seni görmüyor ki” dedi.
   Ayşe elleriyle işaret ederek “O görmüyor ama ben onu görüyorum ya” demek istedi.
   Bu öğüt vericinin sözlerinin benzetmelerle, örneklerle dolu olması, aklın, ruhun güzelliğine karşı kıskançlığından onu göstermek istemeyişinden ileri gelir.
   Ruh, bu kadar gizliyken akıl, neden bu derece de onu kıskanır?

690. Onun nuru, kendi yüzünü örtmüştür. A kıskanç, kimden gizliyorsun?
   Bu güneş, yüzünü örtmeden seyredip durmada. Fakat onun şiddetli nuru, yüzüne perde olmada.
   Güneş bile ondan bir eser görmemekte. Artık sen, onu kimden gizlersin ki a kıskanç?
   Fakat bende öyle bir kıskançlık var ki onu kendimden bile kıskanır, kendimden bile gizlemek isterim.
   Şiddetli kıskançlık ateşimden gözlerimle, kulaklarımla savaşa girişmişim âdeta.

695. Ey can, ey gönül! Mademki bu kadar kıskançsın, ağzını yum, sözü bırak bari.
   Fakat korkarım ,susarsam o güneş başka bir yerde perdesini yırtar, kendini gösterir.
   Sükûtumuz ondan daha ziyade anlatmış olur. Onu görünmekten men edersek görünmeye olan meyli daha fazlalaşır.
   Deniz coşup kükredi mi, kükreyişi köpük halinde görünür; köpürüşü, “Bilinmeyi diledim, sevdim de halkı yarattım” sırrını meydana getirir.
   Söz söylemekse o pencereyi kapatmak demektir. Söz söylemek, onu gizlemenin ta kendisidir.

700. Güle karşı bülbüle naralar at da ondan haberi olmayanlara korkusunu duyurma, oyala bu nağmelerle onları.