Sohbet 20
Hakk ilmine bu âlem bir nüsha imiş ancak Ol nüshada bu âdem bir nokta imiş ancak
Ol noktada gizli nice bin derya Bu âlem o deryadan bir katre imiş ancak
Âdemliğin her kim bulduysa odur âdem Yoksa görünen suret bir gölge imiş ancak
Bu zevka yeler herkes bulmaz anı her nâkes Eren ana âdemde bir fırka imiş ancak
Kim ol deme buldu yol vasıl oldu Niyazi ol Naci denilen fırka bu fırka imiş ancak
Mefûlü mefâilün mefûlü mefâilün Adem'de olan esrar bu demde imiş ancak
Niyazî Mısrî Hazretleri'nin "Âdemiyyet" ile ilgili bu güzel nutk-ı şerifini bir nebze açıklamaya çalışalım:
Allah'ın ilm-i ezelîsinde, Cenab-ı Hakk'ın kendinden kendine zatında mevcut olan ilim hazinesinin içinde bu âlem, bir nüsha imiş. Ne demek nüsha? Bir bütünde mevcut olan küçücük bir parça. Bir de çocuklara nazar değmemesi için nazarlık nüshası yazarlar. O da yine Kuran-ı Kerim'den bir parçadır ve bir nazar ayetidir
İşte Niyazî Hazretleri, bu âlemi ona benzetiyor. İlm-i ezelînin sonsuzluğu, kudretinin genişliği, Cenab-ı Hakk'ın ilminin sonsuzluğu yanında bu âlem, sanki küçük bir nüsha imiş. Bu küçücük nüsha içinde âdemin yeri ne imiş?
Ol nüshada bu âdem bir nokta imiş ancak
Bu dizeyi şöyle özetleyelim: Cenab-ı Hakk'ın namütenahi yani sonsuz olan ezelî ilminin içinde bu âlem, bir nüsha imiş ve bu küçük bir nüshanın içinde de âdem denilen ilâhî abide olan insan, sadece bir nokta imiş. Şimdi noktayı açalım. O noktada neler var?
Ol noktada gizli nice bin derya
Bir noktayı açıp parçaladığın zaman içinden ne çıkıyor?
Bu âlem o deryadan bir katre imiş ancak
Şimdi noktayı âdem olarak ele aldık. Nokta nedir? Kalemin ucunun kağıda değdiği yer yani bıraktığı izdir. Siyah noktadır. İnsan da başı itibarıyla nokta gibidir. Saç siyahtır. Bir noktaya benzetebiliriz. Kâbe'nin örtüsü de siyah. O da bir nokta olabilir. Toprak da siyah. O da bir nokta olabilir. Hocaların, hâkimlerin, avukatların giydikleri cübbe de siyah. O da bir nokta olabilir. Başka bir siyah daha var. O, çok büyük bir siyah. Gece... Başka bir nokta daha var. Ona ne diyorlar? Nokta-yı süveydâ.
Nokta-yı süveydâ, insan kalbinin ortasında bulunan kara bir noktadır. Mekke-i Mükerreme'deki Beytullah, insandaki o noktanın bir sembolüdür. Gönlün esrarıdır.
Ehl-i hakikatin nokta üzerinde durduğu çok görülmüştür ve bugüne nokta ile ilgili çok sözler söylenmiştir:
Noktadır levlake levlak sırrını izhâr eyleyen Noktadan var eyledi âlemleri var eyleyen
Nokta arş nokta kürs nokta encüm nokta mâh Noktadır nûr-ı ilah sırr-ı Kur'ân noktadır
Bâ-yı Bismillah ile âyât-ı Kur'ân noktadır Noktadır Mustafa nurunda hatme esrar eyleyen
Noktadan var eyledi âlemleri var eyleyen Bâ-yı Bismillah ile âyât-ı Kur'ân noktadır
Hz. Gaybî'nin nokta ile ilgili başka bir sözü daha vardır:
Bir noktadır yerden göğe bu âlem Sıfat olan zâtıdır cân-ı âdem Nefahtüden geldi bize gelen dem Gönülde iste var Hakk'ı dediler
Demek ki, bu noktanın manası insandır. İnsan denilen o noktayı biraz açalım. O noktada yani nâm-ı diğer âdemde ne var?
Ol noktada gizli nice bin derya
anlaşılması için şöyle de okuyabilirim:
Ol âdemde gizli nice bin derya
Bin değil; nice binler. Binlerce binler. Bu âlem, o deryadan bir katre imiş ancak. İçinde bulunduğumuz bu gezegen ve namütenahi gezegenler, kehkeşânlar, kuyrukluyıldızlar, vs. bunların hepsi, âdemdeki gizli hazineden birer katredir. Şimdi bu ifadeye göre âdemin vüs'âtini (genişliğini), sonsuzluğunu düşünmek lâzım.
"Bu avâlim-i ilâhîyyeyi, okyanustan bir damla olarak görürseniz, okyanusun kendisi de âdemdir. Bu âlem ise, o deryadan âdemdeki nice bin deryadan bir katre imiş ancak."
Âdemliğin her kim buldu ise odur âdem Yoksa görünen suret bir gölge imiş ancak
Her kim kendini tanıdı ve kendiyle bütünleştiyse yani Hak'la Hak olduysa o âdemdir.
"Âdem ile insan kelimeleri, yazılışı itibariyle birbirinden farklıdır. Âdem elif, dal, mim harfleriyle insan ise, elif, sin, nun harfleriyle yazılır.
Ehl-i hakikatin ifadesine göre:
"Âdem, ruhun başka bir ismi ve insan da âdemi kapsayan bir libastır."
Kuran-ı Kerim'de insana çeşitli hitaplar vardır. Gerçi Kuran’ın muhatabı da Allah'ın muhatabı da insandır ama insanda derecât vardır. Bir yerde insanı yerin dibine batırır.
"Onlar, aşağılık hatta hayvandan da aşağılıktır. Onlar gaflettedirler." (Arâf Suresi, ayet 179)
Allah'ın hitabı insanadır. Tabandaki insan yani hayvan huylu insan. Artık bu insan için haram, hak, hukuk yoktur. Öldürmek, vurmak, kırmak vs. vardır. Onlar, hayvanların durumunda olup gücü yeten yetenedir. Birbirlerini parçalarlar ve zarar verirler. Bu, onlar için doğaldır.
Bu tabandaki insan, her ne kadar iki ayaklı ise de fizikî yapı insandır. Hatta ağadır, beydir, paşadır, padişahtır. Onlar ayrı şeylerdir. İnsan, huy olarak aşağılıktır ve tabandadır.
İşte bu özellikte bir insan yani kendini kendinde bulmayan, kendini tanımayan, nefsinin bataklığına dalmış insanlar, Niyazî Hazretleri'nin sözünün muhatabı değildir.
"Onlar fizikî yapı itibariyle insandır ama sîretiyle hayvan huylu insandır. Fizyonomisi çok güzeldir. Üstü başı düzgündür ama içi huy itibariyle hayvanat bahçesidir. O insan, çirkin huylardan kurtulmadıkça da gerçek âdem olamaz. O çirkin huyların teskiyesi ve ruhun da cilâlanması lâzım."
Bu konuda Üsküdar'da kabr-i şerifi bulunan ve büyük bir ziyaretgâh olan Selamî Baba'nın hayatından örnek vererek sureti insan, fakat sıreti hayvan olanların durumuna açıklık getirelim:
Selamî Baba, sokakta yürürken sağına soluna bakmaz daima önüne bakarmış. Bir gün müritleriyle Cuma namazına giderken halk, kenarlarda ayağa kalkıp ona selâmda, saygıda bulunmak isterler. O mübarek de önüne baktığı için kenardaki kendini selâmlamak isteyen insanları görmezmiş. Bir gün yine Selamî Baba, müritleriyle birlikte cuma namazına giderken yanındaki dervişlerden Derviş Mehmet, Selamî Baba'ya:
-Azizim, insanlar size saygıda bulunmak için ayağa kalkıyorlar fakat siz başınızı sağa sola çevirmeden yürüyorsunuz, demiş.
Bunun üzerine Selamî Baba:
-Evlât! Bir daha selâm vermek isteyenler olursa bana haber ver, demiş.
Üç beş metre sonra yine halk ayağa kalkmış. Derviş Mehmet:
-Sultanım, bakın size selâma durdular dediğinde Selamî Baba, bir himmet ve teveccühle Derviş Mehmet'in gözlerindeki perdeyi kaldırır.
Derviş Mehmet, selâma duranları çeşitli mahlûkat olarak görür. At, katır, merkep, kedi, köpek vs. hayvanlar olarak görür. Bu görüntünün üzerine Derviş Mehmet:
-Ey ahali! Sokaklara çeşitli hayvanlar dolmuş, diye feryat eder ve bağırır. Sokaktan kaçar ve camiye girer. Camide ezanı okuyan müezzinin ve hutbe okuyan imam efendinin sîretlerinden suretlerine yansıyan hayvanî huyları görüp :
-Manda ezan okuyor; deve hutbe okuyor, demeye başlar. Cemaat, Derviş Mehmet'i bir güzel döver. Derviş Mehmet, camiden çıktığı gibi doğru dergâha saklanır. Her tarafı yara beredir. Bunun üzerine Selamî Baba:
-Oğlum Derviş Mehmet, ne oldu sana geçmiş olsun, dediğinde yediği dayağı anlatır.
Selamî Baba:
-Oğlum, bundan sonra benim selâmıma karışma olur mu? der.
O günden sonra zat-ı şerifin ismi "Selâmsız Şeyh" olarak anılır. Yine İstanbul'da bu zatın ismine hürmeten Üsküdar'daki bu semtin adı "Selâmsız" olarak kalır.
Bu hikâyeden de anlaşılacağı gibi bu dünyaya gelen insanoğlu, manevî bir eğitim görerek içinde sakladığı hayvanî huylardan kurtulup suretiyle ve sîretiyle insan olmanın yani insan-ı kâmil olmanın yolunu aramalıdır. Daha önceki sohbetlerimizde geçtiği gibi Niyazî Mısrî Hazretleri'nin nutk-ı şerifinde buyrulan o güzel sözü tekrar zikretmek istiyorum:
Kim ki bu sırdan haberdâr oldu ârifdir özü Kurtulup hayvan adından kendin insan eyledi
İnsandaki deracâtta biraz daha yukarıya çıkalım. İnsanın muhatabı olan başka bir ayette ne diyor?
“İnsan, hem zalim hem cahildir” (Ahzâb Suresi, ayet 72)
Nerede cehalet varsa orası cehennemdir. Zaten cehaletle, cehennem eş değerdir. Ayette, insan için hem zalim hem cahil diyor. Çünkü cahil insan zalim olur. Kuldaki cehalet, okumamış, yazmamış, mektep görmemiş demek değildir. Allah'tan korkmamak, Allah'ı tanımamak, Allah'ı bilmemektir. Eğer bir kişi, gerçekten Allah'ı bilememiş ve bulamamışsa makamı, mevkii ne olursa olsun ehl-i hakikata göre o cahildir. Cahil olduğu için de zalimdir. Yine bir başka ayette Allah Teâlâ şöyle buyuruyor :
"İnsan acelecidir." (İsra Suresi, ayet 11)
Demek ki, bazı müsbet ilimlerle buluşmak, bilişmek ve o ilimler katında uzman olmak insanlığa yarar açısından çok kıymetlidir. Konusunda uzman olan insanları da her zaman takdir ederim. İnsanlar, hangi konuyu meslek seçmişlerse mutlaka o konuda uzman olmalılar. Ancak insanların bu konularda, branşlarda ve birimlerde uzmanlaşmaları kendisini tanımış olmaları demek değildir. O, ayrı bir iştir. Hem müsbet ilimlerde uzman olmuş tanınmış, hem tasavvufla zevklenmiş; bu hazla hazlanmış; bu enginliğin ve deryanın içine girmiş; gönlünü yüceltmiş; nefsini arzu ve heveslerini tezkiye etmiş ve ruhunu cilâlandırarak yukarı çıkarmışsa ona ne mutlu demek lâzım. Başka bir ifade ile kemalât-ı insanîyye, edeb-i Muhammedîye ile müeddep olmuşsa o insan kendisini tanımıştır.
İşte tasavvuf da budur. Bir evvel ki ilimlerle beraber ikisi birleşince o "Zülcenâheyn" olur. Bu çok kıymetli bir şeydir. O insan, insanlığa sağlık sıhhat, ahlâk, fazilet, ilim ve diğer konular açısından çok katkılarda bulunabilir ve verimli olabilir.
"Aynada görünen fizikî yüz, bu et ve kemik insanı insan yapmaz. İnsanı insan yapan iç yüzü, düşünce tarzı ve huylarıdır."
Görüyorsunuz, günümüzde onca okumuş yazmış, tahsil görmüş insanlar, ne suistimaller yapıyorlar. Saçı bitmedik yetim hakkına zalimce el uzatıp minareleri çalıp kılıf arıyorlar. Onlar, sonunda insanlık adına yüz karası olurlar. Hayatları cehennem olur, ama gel gör ki; nefsanîyet onları mağlûp ediyor. O nefis, onlara insanlık onur ve itibarını göstermediği gibi kendilerini de perişan eder. Dünyaya geldiklerine pişman olurlar. Onun için nefs-i emmareye paçayı kaptırmamak ve onu daima murakabede tutmak lâzımdır. Bundan dolayı ehl-i hakikat:
"Yârab! Bizi, bize bırakma bir lâhza bile."
diyerek Cenab-ı Hakk'ın nazarının üzerlerinden ayırmamalarını niyaz etmişlerdir.
Konuyu özetlemek gerekirse: Kuran'ın muhatabı olan insanlardan birincisi, hayvandan aşağılıktır. Onun biraz üstünde hem zalimdir hem cahildir. Zalim ve acımasız olanın merhameti ve şefkati yoktur. Kendi çıkarlarını, başkasının zararlarında arar "Nasıl olursa olsun, ama gelsin. Haram olsun helâl olsun yeter ki, benim olsun," derler. Yapılmadık işleri bırakmazlar. Bu işleri yapanlar, sadece okumamış yazmamış insanlar değildir. Eğitim görmüş hatta eğitim gördüğü ilim şubesinde uzmanlaşmış insanlar da aynı şeyleri yaparlar. Zira biraz evvel söylediğim gibi onların kendi konularına uzman olmaları, mükemmel insan olmaları demek değildir. Onlar, durmasınlar: "Biz aydınız," desinler. İnsan okuyup yazmak ile insan-ı kâmil olmaz, insanlığın şerefini artıran hüsn-i ahlâk ve terbiyedir.
Hemen burada "Aydın" kelimesini eski deyimle ifade ederek taşıdığı manaya değinelim. "Nevvere, yünevvirü, tenviren". İlim, ahlâk, fazilet, güzellik, haya, edep, saha, vefa, samimiyet, tefekkür, tezekkür, teşekkür, teabbüd, teenni, tevazu, kemalât-ı ilâhîyye ile muttasıf olmuş insan gerçek aydındır. Münevverin tanımı da budur.
Yukarıda saydığım kemalât-ı ilâhîyye ile mevsuf olmayan kişiler ise, suretiyle insandır. Aziz Mahmud Hüdayî Hazretleri, suretiyle insan olup sîretiyle bu kemalâta erişemeyen insanlar için:
Surette kalan kişi müşkildir anın işi Güç etme asan işi tevhide gel tevhide
diye buyurur.
Keza bu makamda Niyazî Hazretleri'nin de eşdeğer sözü vardır:
Âdemliğin her kim bulduysa odur âdem Yoksa görünen suret bir gölge imiş ancak
Gölge bir gün ne olur? Kaybolur. Gölge neyin kanıtıdır? Güneşin.
"Eğer bir ışık, bir güneş varsa, elbette eşyanın güneşli havada gölgesi olur, amma güneşin önüne bulutlar gelip güneş kendini gizleyince gölge kaybolur. Ama bir güneş var ki, adı ruhtur; adı candır ya da canandır. O güneşin gölgelenmesi, onun gurubu, tulû'u yoktur. O güneş, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in nurudur."
O gökteki güneş, nur-ı Muhammedî'den bir kıvılcımdır. İnsanın içindeki güneş, Allah'ın zatının nurudur. Onun gurubu, tulû'u da yoktur. Onun ışığını ifade edecek söz, yeterli değildir. Ona kelâm yetmez.
Bütün evliyaullah, bu nurdan aydınlanmışlardır. Bu nurla dolmuşlar ve donanmışlardır. Bu eğitimin ve muhabbetin içinde pişmişlerdir. İşte her birisinin söylediği ve ifade etmeye çalıştığı söz budur. Hz. Mevlâna'nın: "Hamdım, yandım piştim," demesi de budur.
O kâmiller, bütün atvârı, ahvaliyle mükemmeldir. Çünkü güzellik ve mükemmeliyet onların içlerinden yüzlerine yansımıştır. Ama kişinin içi güzel değilse haset, kin, iftira, nefret, buğz, intikam, gurur, kibir ve benlikle dolmuşsa akşama kadar en güzel parfümleri sürünse, en güzel elbiselerini giyse kuşansa onların içindeki kirlilik, yüzlerine yansır. Onların içindeki, o kâbus, ihtiras alâmetleri, haset ve kin , buğzlar onların yüzünde ayan beyan görülür. Hatta o kişi, aynaya baktığında kendinden ürker. Ben bu kadar çirkin miyim? der.
"Çirkin duygular, insanın yüzünü çirkinleştirir; güzel duygular ve düşünceler, insanın yüzüne ışık verir. "
Zira insanın yüzü, bir ekrandır. Her şey burada görülür. Kalbin görüntüsü yüzdedir. Hatta insan, başkalarına karşı bazı şeyleri içinde saklar ama göz: "Hayır hayır saklıyor," diye bunu açıkça ifade eder: Eğer göze bakarsanız ya da bakmasını bilirseniz gözde bu levhayı okursunuz. Onun için bir söz vardır: "Güzel gözünden, çirkin sözünden belli olur." Buradaki güzellik, iç güzelliğidir. İçi güzel olanın, gözü de sözü de güzeldir.
"Göz, gönlün penceresidir."
Allah dostlarının gözleri ne kadar güzeldir. Onlar, kudretten sürmeli insanlardır. Nedir bu? İçlerindeki güzelliğin yansımasıdır. Gözü, çirkin bir evliya tanımam. Onların hepsi güzeldir.
Bu güzellik, duygu ve düşüncenin güzelliğidir. Sokakta, çarşıda ihtiyarlar görürsünüz. Kadın olsun erkek olsun, hayatları böyle hep dramla geçmiş, ihtiras ve nefretle geçmiş, doymamış kanmamış, daha yok mu demiş, benim olsun demiş, kendi çıkarını başkasının zararında aramış vs. Bu insanlar, yaşlandıkça çok korkunç ve çirkin olurlar. Âdeta onların derileri, kaplumbağa derisi gibi kare kare olup yüzleri buruşuk hale gelir. İçlerindeki yamuk ve çarpık düşünceler, Hak tanımayışlar, Hakk'a teslim olmayışlar, ihtiraslar, intikamlar onun yüzünde apaçık görülür. Hz. Niyazî, bu konuda ne buyurur:
Dışı insan içi hayvan olursa kişinin Taşlar ile dövünüp insanı bulmazsa ne güç
İşin sonu çok güç. Meğer ki, eline taş alıp başına vursun. Gerçek insanlığı kazansın. Sureti ve sîretiyle insan olsun. Dışı insan içi hayvan. Ne demek hayvan? Hayvan huylu insan demek.
"İnsanın içi hayvani huylarla dolu olursa, bunun dışındaki fizyonomi ne yapabilir?"
O, sadece kendini kamufle etmek içindir. Buruşukluğunu, gözlerinin nefretini, insanlara olan kin ve hasetini saklamak içindir.
"Allah muhakkak ki güzeldir ve güzelliği sever."
hadisi şerifiyle Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)'in ifade etmek istediği budur. Söz konusu güzellik, bu güzelliktir. Yoksa öteki güzellik, Hz. Niyazî'nin: "Yoksa görünen suret bir gölge imiş ancak" dediği gibi bir gölgeden ibarettir.
Bu zevkâ yeler herkes bulmaz anı her nâkes Eren ana âlemde bir fırka imiş ancak
Herkes, bu manevî hazza ve zevke az ya da çok meyleder; heveslenir. Ama heyhat ! Her nâkes bu zevke erişemez.
Buradaki nâkes kelimesi, istidat eksikliğidir. Tohumun özelliğinde olmayan bir güzelliği toprak veremez. Isırgan otunun tohumundan sümbül olamaz.
"Her varlık, bir üstüne âşıktır. Ona çıkmak için daima aşama ve gayret içindedir. Bir meyveyi, olgun bir meyve haline getirmek için familyanın bir üst aşısını vurmuyor muyuz? Bir tencere süte yoğurt mayası katarsak yoğurt, peynir mayası katarsak peynir olmuyor mu?"
Peki, insanın üstünde ne var, insan nereye çıkmak istiyor? İnsanın üstünde insan-ı kâmil var. İnsan da ona ulaşmak için bir aşama daha bekliyor. Bir merhalesi daha var. O merhaleyi gerçekleştiren araç, tasavvuf eğitimi ve terbiyesidir.
Kişinin, insanlık ailesi içinde bu yüksek zevke, bu manevî hazza erişmesinin tek yolu, ervâh-ı âlemden istidatlı olarak gelmesidir. Yetenek, burada kendini gösterir. Cenab-ı Hak, kulunu irşat etmekten (Haşa!) âciz değildir. İrşat eden Allah'tır. Mürşid Ali, Veli değildir. Mürşid-i hakikî Cenab-ı Hak'tır. Ancak Allah, icraatını kullarıyla yapar. Seçtiği kullara: "Sen şu görevdesin. Sen bu görevdesin. Sen şunu yap. Sen bunu yap," der. Allah, bazı kullarına o yetenekte yaratır ve onu kendisi özel eğitir. Özel diyorum, çünkü aşk eğitimi özeldir: Peygamberler ve bütün azizan, o ilâhî özel eğitimin kapsamındadır. Bir hadis-i şerifte :
"Beni Rabbim terbiye etti. Hem de ne güzel terbiye etti."
buyrulur.
Bu terbiyenin keyfiyetini ve kemiyetini anlatmak zaman alır. Onlar, ilâhî bir sistemin içinde yani aşk potasında eriyen insanlardır. Onlar, önce cefa çekerler, sonra sefaya erişirler. "Aşkın evveli cefadır, ahiri sefadır" ya da "Cefayı çekmeyen âşık, sefanın kadrini bilmez." Hep bunun için söylenmiş sözlerdir. Onun için tenekeler dolusu gözyaşı dökerler. İlâhî aşkın potasında erirler. Kendilerinde sadece bir etiket kalmıştır. Bütün varlık, bütün vücut, tepeden tırnağa ilâhî bir revizyona tabiidir. İliklerinin içine kadar onlar temizlenmiştir. Onlar, yeni bir vücut kazanırlar. Tamamen eskiler atılır; yenileri gelir.
İşte ehl-i hakikatin çeşit çeşit ifadeleri bunu gösterir. Bu seyr-i sülûk yani yedi esma tamamlandığında üç makamda tamamlanmış olur. Bu üç makam:
1.Tevhidi efâl 2.Tevhidi sıfat 3.Tevhidi zat'tır.
Derviş, önce tevhîd-i efâli bilir. Lâ fâ'ile illâllah (Allah'tan başka fâil yoktur). Onun gözünde öyledir. O, o işin içindedir. Herkesin bunu böyle anlaması gerekmez. Bu bir idrak ve tekâmül işidir. Ondan sonra Lâ mevsûfe illâllah (Bütün sıfatlar Allah'ın sıfatıdır). Lâ mevsûme illâllah (Bütün isimler Allah'ın ismidir). Sonunda ehl-i hakikat der ki: "Lâ mevcûde illâllah." Burada Ahmed er Rıfaî Hazretleri'nin çok zengin bir sözünü zikretmek yerinde olur:
"Fâ'il ile mevcudu hemân bil ki Hüda'dır inkârı belâdır."
Peki Kuran? Bunların hepsi Kuran'dır. Başka bir söz yok. Tek söz Kuran. Tek yüz Allah'ın yüzü. Âlemde her ne var ise âdemde o mevcuttur. Onun için âdem, nüshâ-yı kübradır. Gerçi âdem, fizikî yapısı itibariyle cism-i sagîrdir (küçük bir varlıktır). Ancak gönlü itibariyle âlemlerden, yedi kat gökyüzünden daha engin ve sonsuzdur. On sekiz bin âlem, âdemin gönlünde olsa olsa bir zerre olabilir.
"İnsana, cismanîyeti itibariyle âlem-i suğrâ denilmiştir ama o, gönlünün nihayetsiz oluşu ve cümle varlığın mecmû'u aynı zamanda varlık ağacının çekirdeği olması itibariyle âlem-i kübradır."
Geçmiş sohbetlerimizde zikrettiğimiz gibi büyük ve yüce insan Hz. Ali (k.s.) ve (r.a.):
"Sen kendini küçük bir varlık mı sanırsın? Sen de büyük âlemler dürülmüştür,"
ifadeleri bu gerçeği ne güzel anlatır. Onun için insan, fihrist-i kâinattır.
Hz. Muhammed (s.a.v.), Kuran'ın görüntülenen ve yaşanan tarafıdır. Onun her hâli, her tavrı Kuran'ın içidir.
"Şuûnât, ancak Allah'ın şuûnâtıdır." (İnsan Suresi, ayet 30)
Şuûnât, şe'n kelimesinden türetilmiştir. Hâdisat. . Hâdiseyi, bugünkü nesil nereden bilsin? Artık yirmi senedir hâdise kelimesi kullanılmıyor. Şimdi olay lafı geçiyor. Bu olaylar yani bütün hâdisat-ı ilâhîyye Allah'ın işidir. O, irade eder.
"O, murat eder."
O, murat etmeyince hiçbir şey olmaz. Bir yaprak bile kımıldamaz. Derviş, bu kemalâtı ikmal edip tekmil-i sülûk eder. Sonra iki makamdan birisinde kalır. Ya "Cem" de kalır ya da "Cemü'l cem " e çıkar. Nedir cem, nedir cemü'l cem?
Esmaları cem etti. Hakk'ın kapıları cem ile feth edildi. Allah'ın efâlini, sıfatını, zatını cem etti. Niyazî Mısrî Hazretleri üç tane cem'i bir araya getiriyor.
Cem' ü cemü'l cem ile feth oldu ebvâb-ı Hüda
Hüda'nın kapıları, bu üç tane cem ile bir araya geldi. Bu sözün yer aldığı nutk-ı şerifin başını okuyalım
İki kaşın arasında çekti hatt-ı istiva Allame'l esmayı ta'lîm etti ol hattan Hüda
Hatt-ı istiva, dünyayı ikiyi ayıran çizgi yani ekvatordur. İnsandaki iki kaşın ortasındaki çizgi onu gösterir. İki kaşın, burnun ortasından çeneyi ikiye bölerek, insanı usta bir kasap gibi ikiye ayırdığın zaman dünya haritasını çizersin. İçerdeki ciğerler, böbrekler vs. kıtalar, okyanuslar olur. İnsandaki trilyonlarca hücre, asumân-ı seb'a olur. Daha önceki sohbetlerimizde geçtiği gibi Hz. Gaybî'nin:
Her ne ki var âlemde örneği var âdemde Bulasın seni sende âdeme gel âdeme
sözü: Kâinatın, insanın küçük bir görüntüsü olduğunu ifade eder. Çünkü insan mecmuu'l ekvândır.
Alleme'l esmayı ta'lim etti ol hattan Hüda
Bu sözün ifade etmek istediği manayı, bir ayet-i kerimeye istinaden açıklamaya çalışalım:
"Biz, bütün isimleri âdeme öğrettik." (Bakara Suresi, ayet 31)
Burada isim kâğıt, kalem, insan, güneş, su, vs. demek olduğu kadar bunların müsemması da vardır. Âdem, hepsinin toplamıdır. Mevsiminde bir portakal yiyorsun, ısırdığın zaman damağın lezzet alıyor mu? Alıyor. İşte bu ismin müsemması oluyor. Portakal, bir nimetin ismidir. Ama asıl olan onun kokusu ve lezzetidir. Ya da bir çiçek kokluyorsun. İsmi karanfil. Karanfili burnuna getirdin.. Kokladığın zaman bir koku duyuyor musun? İşte bu koku, ismin müsemması oluyor.
O koku, zaten sizde idi. Bir evvel ki lezzet. O da sizde vardı. Şu anda kokladığın zaman aldığın koku ile ağzına koyduğun zaman damağın aldığı lezzet, ne demektir? Aslıyla bütünleşmek demektir. O parça lezzetler, ırmakların denize koştuğu gibi bütüne doğru koşuyor.
"İnsan, lezzetlerin, kokuların, güzelliklerin, her şeyin özünün özünün özüdür. Her türlü güzellikler, O'nda toplanmıştır. Çünkü her şeyin aslı ve nesli Hu (O)'dur."
İşte damağın lezzet, burnun koku alması da budur. Kulağın bir sevgilinin sesini duyması ile: "A! Sesini duydum," diyerek hasret kaldığın sesi duymak da vuslattır. Senelerce görmek istediğin ve aranızda kıtalar olan şu ya da bu sebeple çok sevdiğinin yanına gidemeyişin, on-on beş sene hasret kalışın, gözlerinle hep onu arayışın sonunda onu gördüğün zaman o andaki heyecan ve her iki taraf için deragûş etmek (sarmaş dolaş olmak) de gözün vuslatıdır.
Her uzvun vuslatı vardır. Doku da vuslattır. Çocuğunu ya da eşini, dostunu okşuyorsun. Okşamak, hissin vuslatıdır. Ondan zevk alıyorsun. Bunlar, tekrar aslıyla bütünleştiği için o lezzet, o koku kendisiyle nötr olmanın meydana getirdiği zevktir. Zira insan, varlığın aslıdır ve özüdür.
Niyazî Hazretleri'ni çok beklettik. Yine ana konumuza dönerek nutk-ı şeriflerini açıklamaya çalışalım:
Kim ol deme buldu yol vasıl oldu Niyazî ol Nacî denilen fırka bu fırka imiş ancak
Burada ne diyor mübarek? Burada dem, yol manasında. Zevk manasında. Dem, aslında kan demektir. Burada o güzel doğru yol, sıratı müstakimdir. Kâmil insan, o sıratı müstakimi yakalamış; o istikametin içine girmiştir. Kim o yola, o zevke erdiyse o vuslattadır. Neticede bu fırka, kurtuluşa eren nacî denilen fırkadır. Bir hadis-i şerifte :
"İslâm dini, yetmiş iki fırkadır. Yetmiş ikinin ancak bir tanesi de fırka-yı nâci (kurtuluşa eren fırka)'dir. Diğerleri fırka-i dalle (sapıklık içinde olan fırkalaradır."
İşte Niyazî Baba, bu sözleriyle o yetmiş ikinin bir tanesi olan, nacî fırkanın bu yolun gerçek yolcuları olduğunu ifade etmek istiyor. Son beyitte:
Mef'ûlu mefâilün mef'ûlü mefâilûn Ademde olan esrar bu demde imiş ancak
diyerek vezin yapıyor. Burada bir dem sözü geçiyor. Bu an, bu Niyazî demek istiyor mu? diye düşünmek lâzım.
Birinci satırını okuduğumuz Niyazî'nin diğer nutkuna devam edelim:
İki kaşın arasında çekti hatt-ı istiva Alleme'l esmayı ta'lim etti ol hattan Hûdâ
Zât-ı ilme Mustafa esmâye âdemdir emîn Bu ikisinden zahir olmuştur ulûm-ı enbiyâ
Peygamberlerin ilimleri bu ikisinden zuhura gelmiştir.
Secde eyle âdeme tâ kim Hakk'a kul olasın Eden âdemden ebâ Hakk'tan dahi oldu cüda
Âdemden uzaklaşan Hak'tan uzaklaşır. Âdemden uzak düşen Hak'tan uzak düşer. Niye bu böyle? Çünkü melekler Âdem'e secde ile emr olundular.
"Ey melekler, Âdem'e secde edin" (Bakara Suresi, ayet 31)
Bu emre, melekler ittibâ ettiler. Bunlardan birisi illâ İblis. O, secde etmedi. Burada İblis ne? Burada İblis, gurur sıfatıdır. En zor tedavi gören huydur. Gururdan geçmek, tekrar tekrar nefis eğitimlerinden geçmek suretiyle ve merhamet-i ilâhîyye, şefâat-i peygamberîye, himmet-i pirânla mümkün olabilir.
İnsan, iğneyle dağı delebilir ancak gururundan geçmek bu dağı delmekten zordur. Hz. Mevlâna, bu gerçeği şöyle ifade etmiştir: "Hak yolu iğne yordusu gibi dardır. O dar yerden iplik gibi yalın kılıç geçtim."
Onun için İblis, gururundan dolayı âdeme secde etmemiştir. Secde etmeyişini de Allah'a fatura etmiştir.
"Sen, isteseydin diğerleri gibi bana da secde ettirirdin. Sen ığvaladın." (Araf Suresi ayet 16)
diye küstahlıkta bulunmuştur.
Ehl-i sünnet ve'l cemaatin diğer mezheplerden üstün farkı Hakk'a teslimiyettir. Suçu, özürü, kendi nefsine addetmesidir. Şeytanın yaptığını yapmamak, Âdem' in yaptığını yapmaktır. Aradaki fark nedir? Âdem, haram meyveyi yemekle cennetten kovuldu hikâyesi var. Bunlar da kapalı sözlerdir. Bundan sonra Hz. Âdem (a.s.), Allah'a şöyle yalvardı ve şu duada bulundu. Diğer peygamberlerin de dua niteliğinde olan Kuran-ı Kerim'de zikredilen ayet-i kerimeler vardır:
“Ey Rabbimiz, biz nefsimize zulm ettik. Yanlışlık yaptık. Ancak şu anda senin merhametine sığınıyorum. Yarabbi! Eğer merhamet etmezsen ebediyyen bu hüsrandan kurtulamam." (Araf Suresi, ayet 23)
Âdem (a.s.), bu özrünü itiraf etmiştir. Suçunu nefsine mal etmiştir. İşte Âdem, suçunu nefsine mal etti İşte şeytan, suçu Allah'a fatura etti. Onun için ehlullah hazaratı:"el an kemâkân" diye buyurur.
“Nasıl o gün gururundan dolayı İblis, Adem'e secde etmeyip şeytan kelimesiyle isimlendiyse bu bugün de geçerlidir."
Şeytan, Arap gramerinde "Şatın" sözünden türetilmiştir. Şatın ise, gerçeği saklamak, Hak'tan uzaklaşmak anlamına gelir. İblis denilen melâike, gururundan dolayı Âdem'e secde etmeyince gerçeği kabullenmemiş oldu. Dolayısıyla şatın isminden türetilen şeytan, ismiyle isimlendirildi. Ama hakikat gözlüğü ile baktığın zaman şeytana başka bir isim buluruz ki; o da Allah'ın celâl sıfatıdır.
Secde eyle Adem'e tâ kim Hakk'a kul olasın Eden Âdem'den ebâ Hakk'tan dahi oldu cüda
Âdem'in etini, kemiğini görüp de sakın ola ki onu küçücük, işe yaramaz bir şey zannetmeyin, diye şu sözü söylüyor
Sureta gördüler Allah diyeni olmuş fakir Sandılar Allah fakirdir kendilerdir ağniyâ
Bunu Yahudiler yaptı. Asr-ı Saadet'te, müslümanlar, birçok mücadele veriyorlar. Yahudiler tarafından ekonomik bakımdan hırpalanıyorlardı. Darbeler oluyordu. Çünkü ortada bir İslâm davası vardı. Yahudiler'in zenginleri, müslümanlara baktılar ve öyle fakir görünce: "Galiba müslümanların Allah'ı fakir ki; bunlara verecek bir şeyi yok. Bak! Onlar da fakir," dediler.
"El an kemakân"
Bugün dahi müslümanlara bu düşünce ve bakışla bakanlara cevap veriyor. Ne diyor? Onlar, Allah diyenlere dıştan bakınca bunları fakir zannettiler. Oysa ki, kendileri fakirdir, Allah ganidir.
Bugün bu Yahudi misâli Allah dostlarına fakir gözüyle bakanların kâffesi, büyük bir yanılgı ve aldanış içindedirler. Allah, fakir olmasaydı bunların da üstleri başları ve ekonomik durumları iyi olurdu gibi düşündüler. Halbuki fakir olan kendileridir.
Kenz ü la yüfnâyi bilmez kandedir illâ fakîr Bahr-ı bî-pâyânı bulmaz etmeyen terk-i sivâ
"Bir gizli hazine var ve mümin bunun üzerinde oturur."
Eğer bir kişi, gizli hazineyi bilmiyorsa fakirliğin ne olduğunu bilmez. "Kenz-i lâ yüfnâyı bilmez."
"O öyle bir nihayetsiz hazinedir ki; fenası olmayan sonu olmayan bir hazinedir."
Eğer bir kişi, bunu bilmiyorsa fakir'in kim olduğunu nereden bilecek?
"İkiliği silmeyen, Hakk'ı bunda bulmayan, Hakk'ı bunda görmeyen, varın dosta vermeyen mâsivâdan kurtulamaz. Kurtulamadığı için de o sonsuz deryayı bulamaz."
Bahr-ı bî-pâyân (sonsuz derya) gönüldür.Terk-i sivâdan geçmeyen yani mâsivâdan geçmeyen, ikiliği silmeyen gönlü bilmez. Allah dostları, o sonsuz deryanın içindedirler. Onun için onlarda Allah Teâlâ'nın "el Gani " (c.c.) sıfatı vardır. Allah yolunda hiçbir şeye tenezzül etmezler. Onların hizmeti, 'Fi sebilillah" yapılan bir hizmettir. En zengini ile en fakirinden, zengini zenginliğinden, fakiri fakirliğinden hoşnuttur. Zenginine "Ağniyâ-yı şakirin" fakirine "Fukara-yı sabirin" derler. Bunların her ikisinin makamları da peygamberlerin yanıbaşındadır. Onlar, gözü tok, gönlü yüce insanlardır.
Ravzâ-i hazrâyı bilmez Hızr'a yoldaş olmayan
Ravzâ-yı hazrâ, cennet-i âlâdır. Hızır'a yoldaş olmayan ravzâ-yı hazrâyı bulmaz. Aslında ehlullaha göre ravzâ-yı hazrâ, ehl-i hakikatın gönlünün zevkidir. Ravzâ gönül, hazrâ büyük zevk, coşku, mutluluk ve sevgi demektir. Burada Hızır'ın da ne olduğunu düşünmek lâzım.
Âb-ı hayatı bu zulmü görmeyenler sandı mâ
Hızır'ın içtiği âb-ı hayatı bilmeyenler, görmeyenler, onu alelâde su zannettiler. Oysa âb-ı hayât, ölümsüzlük suyu yani feyz-i manevî, hayat-ı manevî ve ilm-i ledün idi. Ama onu görmeyenler için âb-ı hayatı, su zannetmeleri çok doğaldır.
Bil ki seddeyn iki kaş İskender oltasında Cem' ü cemû'l cem ile feth oldu ebvab-ı Hûda
İnsanın kaşlarını, gözlerini Çin seddine benzetiyor. Sedd bir, seddeyn iki. Şu iki kaş, seddeyn. İskender ortasındadır. Hükümet kafa, gönül köşktür. İcra organı da bu iki kaşın arasıdır. Çünkü beyin burada. Beş duyu burada. Taht, iki kaşın ortasıdır. İnsanı anlatıyor.
Hani o Çin şeddi var ya o senin iki kaşındır. Onun ortasında oturan İskender'dir. Burada "İskender" sözü zata işarettir. Konu, İskender'e gelmişken işlemeye çalıştığımız konuya da açıklık getirmesi bakımından tamamen tasavvuf olan İskender'le ilgili bir hikâyeyi anlatmayı uygun gördüm:
Büyük İskender, veziriyle birlikte tebdil-i kıyafet edip kendilerini tamamen halkın gözünden saklayarak (kamufle ederek) ülkesine seyahate çıkar. Onca gezip dolaştığı yerlerde, şehirlerde kimse onları tanıyamaz. Günlerden bir gün büyük bir şehirde bir lokantada İskender'le veziri yemek yer. Ancak aynı lokantaya daha önce girmiş iki kişi, halktan kendini saklamış olan İskender'le vezirin yüzlerine bakarak aralarında konuşurlar:
-Ben, şu karşıda yemek yiyen iki kişiyi birilerine benzettim. Sen de bir bak! Eğer sen de birilerine benzetiyorsan, ikimiz de o iki kişiyi kimlere benzettiğimizi kâğıda yazalım. Sonra kâğıtları açıp okuyalım. Eğer ikimizin görüşünde beraberlik, (ittifak) varsa o zaman yapılması gerekeni yaparız, derler.
Her ikisi de gördüklerini, benzettiklerini kâğıda yazarlar. Kâğıtlar, açıldığında sağda oturanın İskender-i kebîi, solda oturanın da baş vezir oldukları yazılıdır. Gerçekten de sağda oturan Büyük İskender ve solundaki de baş vezirdir.
Bu iki kişi İskender'le baş veziri tanımıştır. Çünkü daha önce aşinalıkları vardı. Aksi halde tanımaları mümkün değildi. Evvelce birbirlerini gören ve bir arada olan insanlar, uzun yıllar sonra evvelki aşinalığın neticesi olarak birbirlerini tanırlar. Hâdise budur. Şimdi söz buraya uzanmışken büyük veli Sezai Gülşenî Hazretleri'nin nutk-ı şerifini yazıp açmak gerekir:
Aşinalık tâ ezeldendir Sezâî yâr ile Bu talep kanden gelir rü'yet mukaddem olmasa
O büyük lokantadaki iki kişinin İskender'le veziri tanımaları, önceki aşinalığın bir sonucudur.
Aşinalık, tanışmışlık, bilişmişlik, ezelden olduğu gibi Allah dostları bu kesret âleminde İskender'le veziri tanıyan insanlar gibi Allah'ı, Hz. Peygamber'i ve Allah dostlarını, birbirlerini tanırlar. Aksi halde daha önceleri aşinalık olmasaydı o lokantada o iki kişinin İskender'i ve baş veziri tanıması mümkün olmazdı. Aynen bunun gibi gerçek Allah dostlan olan veliler, âlem-i ervahta Allah'la aşinalıkları olduğu için bu dünyada evvelki aşinalığın icabı ve gereği olarak Hakk'ı tanırlar.
Burada önemli olan şudur. İskender ve baş veziri tanıyan o iki kişi:
-Biz, onları tanıdığımıza göre onlar da bizi tanıdı. Çünkü tanımak tek taraflı olmaz, derler. Kalkıp İskender'in huzuruna vanp serfürû ederler. Derhal İskender, o eski aşinalarına:
-Beni saklayın. Benim İskender olduğumu halka yansıtmayın. Aksi halde başınızı alırım. Saygınız, sevginiz gönlünüzde kalsın, der.
İskender'in bu emri üzerine o iki kişi de İskender'i tanımayan on binlerce insan gibi hareket ederler. Ancak tanımış olmaktan dolayı da ona duydukları saygı ve sevgi içlerinde kalır.
Teşbih tarikiyle hikâyenin ledünnîyatını anlatırsak şöyle dememiz lâzım: Lokanta evren yani kâinat. Lokantaya girip çıkan insanlari, dünyadan gelip geçen benî beşer, tebdil-i kıyafet etmiş olan İskender Allah (c.c.), veziri Hz. Muhammed (s.a.v.), onları tanıyan iki kişi bu dünyada Cenab-ı Hakk'ı Hakka'l yakîn tanıyan, bilen evliyaullahtır.
"Hak dostları da bu âlem-i fanide Hakk'ı tanırlar. Bu ezelî aşinalığın gereğidir."
Âlem-i ervahta "Elestü bi Rabbiküm" (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?) hitab-ı izzetine muhatap ve mazhar olan ehlullah hazaratı Cenab-ı Hakk'ın hitab-ı âlisini hem işiterek hem de cemalulahı müşahade ederek "Belî!" yani "Sen, bizim Rabbimizsin" demelerinin, bu sözleşmenin, dünyadaki tahakkuku, bu hikâyede anlatılmıştır.
Cenab-ı Hakk'a verilen sözün uygulaması ve gereği olarak, bu fani âlemde insan-ı kâmiller, bu coşku, bu çağlayış, bu âh u figan ve bu aşk-ı ilâhîyle ahde vefada bulunurlar. Ancak ketumiyyet, onların şiarıdır. Hz. Gaybî'nin konuyla ilgili bir sözüyle bu bahsi noktalayalım:
Râz-ı tevhidi bunlar çün açmadılar âleme Esrâr-ı Hakk cümle halktan daima mestur olur
Onların Hakk'ı tanımış olmaları içlerinde saygı, sevgi ve hareketlerinde yüksek edep olarak kalır.
Biz, sözümüzü yine Niyazî Hazretleri'nin biraz önce okuduğumuz nutk-ı şerifini tekrar ederek devam edelim:
Cem' ü cemü'l cem ile feth oldu ebvâb-ı Hüda
Bu nasıl oldu? Üç tane ceme geldi sıra. "Cem' ü cemü'l cem" Hakk'ın bu kapıları bu üç cemle fetholdu. Nedir bu cemler? Efâlin cem'i, sıfatın cem’i, zatın cem'i.
Kande bulur Hakk'ı inkâr eyleyen bu Mısrî'yi
Bu Mısrî'yi, Hakk'ı inkâr eden nasıl bulur? Onu bulması ne mümkündür!
Zahir olmuşken yüzünde nûr-ı zât-ı kibriyâ
Mısrî'nin yüzünde Allah'ın zatı, kibriyânın zatı görüntülenmiş. Eğer sen Niyazî'yi yani âdemi tanımazsan o yüzündeki zat nurunu da tanıyamazsın, demek istiyor.
Hepsinin himmeti üzerimize olsun. Başta Hz. Peygamber'in şefaati turuk-ı âliyyenin babası imam-ı Ali (k.v.) ve (r.a.) Hazretleri'nin, evliyaullah hazaratının yüce himmetleri üzerimize olsun. Sahabe-i güzin, aşere-i mübeşşere cümlesinin ruh-ı âlileri şâd olsun. Makamları, cennet-i âlâ olsun. Allah'ın salât u selâmı üzerlerine olsun.
|