Hoşgeldiniz sayın ziyaretçimiz. Bugün 8 Ekim 2024.
E-Posta : Parola :
 

Sohbet 9


Bir ağaçdır bu âlem meyvesi olmuş âdem

Hz. Gaybî (k.s.), bu âlemi bir ağaca benzetiyor. İnsan evinin bahçesine bir ağaç diker ve ondan meyveyi amaç edinir: "Bir elma, kayısı, vişne ya da armudum olsun," der. O ağaç, meyveyi ortaya koyan bir araçtır. Evren de bir ağaca benzediğine ve her ağacın meyvesi olduğuna göre âlem ağacının meyvesi nedir? diye sorulduğunda Hz. Gaybî: "Bir ağaçtır bu âlem meyvesi olmuş âdem" diye buyurarak evren ağacının meyvesinin âdem olduğunu söyler.

Şimdi meyvenin küntü kenzine inelim. Meyve çekirdekten oluşur. Meyveyi açıp içinde ne var görelim:

Bu âdem meyvesinin çekirdeği sözdür.


İnsanın kendisi âlem ağacının meyvesi ise, bu insan denilen meyvenin çekirdeği sözdür.

Âmâdan peygamber gelmiştir ama sağır ve dilsizden peygamber gelmemiştir. Şu'ayb (a.s.)'ın âmâ olduğu söylenir. Niçin gelmemiştir? Çünkü irşat, şeriat, tarikat, hakikat sözle aktarılır. Söz (kelâm) olmayınca insan duvara bakan bir varlık gibidir. Onun için sağır ve dilsizden peygamber gelmemiştir. Aynı zamanda peygamberler, içinde bulundukları toplumun dilini konuşurlar.

"Toplumun dilini bilmeyen insan, nasıl peygamber olur? O, o dili konuşmuyorsa ne verebilir? Çünkü irşat kelâmla olur. Gerçek kelâmla ifade edilir."

Sözsüz bu âlem âdem bir anda ola târâc

Çekirdek yoksa hiçbir şey yok. Söz yoksa hiçbir şey yok.

Hakk denilen özündür özündeki sözündür

Herkesin dilinde bir Hak kelâmı var. Hak senin özün. Özün de içine iniyor, özündeki sözündür, diyor. Hz. Gaybî, burada bir özden bir öz daha çıkarmaktadır. Söz...

Gaybî özün bilene rubûbiyet ola tâc

İnsan, Allah Teâlâ'nın "Rab" isminin tecellisidir. Rab, eğitici demektir. Anneler, babalar, öğretmenler, hocalar, mürşitler eğiticidir. Tabiatın kendisi eğiticidir. Allah'ın bizzat kendisi eğiticidir. Allah, rabbü'l âlemindir. Allah, bu eğiticilik vasfını insanlarla ortaya koyar.

Dünyaya gelmekten maksat, kişinin kendini tanımasıdır. Erkek ya da kadın duvarda asılı olan cam aynaya bakmadan kendi yüzünü, kirpiğini, kaşını, gözünü görür mü? Hayır göremez. Eğer görmek isterse aynaya bakması lâzımdır. Niçin göremez? Çünkü göz, karşıya bakar. Kendi gözünden ayna olmaksızın kendi yüzünü gören bir insan çıkmamıştır.

O halde insan, kendisini aynada görür. Cenab-ı Hak da aynı şeyi yapıyor. Süleyman Çelebi Mevlid-i şerifte:

Zâtıma mir'ât edindim zâtını

diye buyurur.

Allah: "Ey sevgili habîbim! Seni kendime ayna edindim. Sana baktım, kendimi gördüm," diye buyuruyor.

Fizikî yönden kişinin kendini görebilmesi için bir cam aynaya ihtiyaç vardır ve o cam ayna sadece şu dış yapıyı gösterir. Ancak insan, sadece fizikî yapıdan ibaret değildir. Bu fizikî yapıyı ayakta tutan bir ruh cevheri, bir ruh potansiyeli, can denilen ilâhî bir kudret vardır. Onun esrarını görmek için de insanın yine bir aynaya ihtiyacı vardır. O ayna mürşid-i kâmildir. Ancak her mürşide gönül verilmez, çünkü kâmil olmayan mürşit, yolunu sarpa uğratır. Turuk-ı âliyyede şöyle bir söz vardır: "Yarım hoca dinden, yarım hekim candan eder." O zaman mürşid-i kâmil'i bulmak lâzım.

Mürşid-i kâmil olanın gayet yolu asan imiş

Kâmil mürşidi olanın yolu gayet rahat ve açıkmış. Onun için dünyada en zor iş, mürşid-i kâmil bulmaktır. Bu dünyada her şeyin bir sahtesi bir de gerçeği vardır. İşte mürşidin de sahtesi vardır. Bakarsınız süslü püslü insandır. Saçına başına, kılığına kıyafetine özenirsiniz ama gerçek bir mürşit değildir. Yani mürşid-i kâmil değildir.

Diyelim ki; iki bardak su önüne konuldu. İkisi dış görünüşüyle birbirine benziyor. Birinden bir yudum içiyorsun acı; öbüründen içiyorsun tatlı. Hiç acı su ile tatlı su bir olur mu? O halde mürşidin, kâmil mürşit olması lâzımdır. "Mürşid-i kâmili nasıl buluruz? Ona göre gidip arayalım," diye soru sorulsa cevabımız şudur:

O, istidada göredir. Turuk-ı âliyyede: "Mevlâna gibi mürit ol; Şems-i Tebrizî gibi mürşit bulunur," derler. Kişinin kendi istidadına göre o, tecellî eder. Yüksek istidada sahip kişiler, mutlaka kâmil bir mürşit bulurlar. Allah, onlara buldurur. Zaten irşat müessesesi, bir zahiri, bir de bâtınî diye ifade edilir. Mürşit vardır sıfat şeyhidir. Dışı anlatır. Mürşit vardır zat şeyhidir. Dışın içini anlatır. Hatta için de içini anlatır. Eğer kişinin kabiliyeti, zat yönünden ise, Allah onun karşısına zat mürşidini, yok
sıfat yönündeyse sıfat şeyhini çıkarır. Sıfat şeyhinin de etrafında birçok insan vardır ama dışla iç aynı değildir.

"Hiç cevizin dış kabuğu ile içi aynı olur mu?"

Turuk-ı âliyye büyükleri, hep cevizden söz ederek örnek vermişlerdir. Cevizde dört makam vardır:

1. Şeriat
2. Tarikat
3. Marifet
4. Hakikat

Cevizin üstündeki yeşil kabuk şeriattir. Yeşilin altındaki tahta kabuk tarikattır. Cevizin üzerindeki zar marifettir. Dördüncü sıradaki yediğimiz gerçek ceviz, hakikat makamıdır.

"Gerçek mürşid-i kâmil, o gerçek makamdan, hakikatten söz eder."

Asıl olan kişinin kendisiyle bütünleşmesidir. Tevhit budur. Tevhit, ikiyi bir etmek demektir. O ikinin biri ten biri candır. İki, iç içedir. Can ten içindedir ama ten cana yabancıdır. Şarkılarda: "İçimde biri var gezip dolaşan / Bana benden yakın benden yabancı," diye bu gerçeği ifade eden sözler geçer.

Ne kadar doğrudur! Ten, canla iç içedir. Ama tenle can arasında yetmiş bin hicap vardır. Tevhit bu hicapları açar; ortadan kaldırır. Yine Süleyman Çelebi'nin Mevlid-i şerifindeki ifadesinden söz edelim:

Ref olup ol şâhe yetmiş bin hicâb
Nûr-ı tevhîd açdı vechinden nikâb

Tevhidin nuru, merhamet-i ilâhîyye, şefâat-i peygamberiyye, himmet-i pirân, ten ile can arasındaki yetmiş bin perdeyi açtı; sildi ve perde kalmadı. İkisi birleşti. Ten can oldu, can ten oldu.

"Acı ve tatlı denizi birbirine kavuşmamak üzere salıvermiştir. Aralarında sudan bir perde vardır. Birbirinin sınırını aşamazlar." (Rahman Suresi,
ayetler 19 -20)

Burada iki denizden söz ediliyor. Acı su ve tatlı su. Bu iki denizin arasında yine sudan bir perde var. Ona bazıları: "Cebel-i Tarık Boğazı" diyorlar. Buna benzer çok ifadeler var. Herkesin kendine göre bir gerçek payı vardır, ama bu ayet-i kerimenin ehlullaha göre yorumu şöyledir:

O iki denizin biri ten, biri candır. Aradaki perde fizikî yapıdır. Allah'ın perdesi kendindendir. Hz. Gaybî: "Vech-i insan libâs-ı Hak'tır" yani "İnsanın yüzü, fizikî yapısı Hakk'ın elbisesidir," diye buyurur.

"Her şey bir elbise içindedir. Perde olan elbisedir."

Kişi, kendini görüyor ve taşıdığı fizikî yapıya: "Benim" diyor. Oysa biz, onu dışarıdan almadık. Ana rahminden çocuk, bu elbiseyle çıktı. Dokuz ay on günde bu elbiseyi rahimden aldı. Sperm, rahmin duvarına yapışır; kanla beslenir. 3-3,5 kilo olarak dünyaya bu elbiseyle çıkar. Sonra annenin sütü ile beslenir. Dişleri çıkınca diğer besinleri almaya başlar. Böylece fizikî yapı bulunur.

Fizikî yapıda, bizim bir tesirimiz yoktur. "Şurada bir elbise satılıyor, onu alıp giyelim," der gibi etten kemikten yapıyı çarşıdan almadık. Ana rahminden böyle geldi.

İşte perde de budur. Aslında bu perde değil; bir vehimdir.

İnsanda "Vâhime" denilen bir kudret vardır. O, onu üretir. Vâhimeden başka hafıza, zâika ve müdrike vardır. Hafıza ile hıfz eder; zâikayla lezzet alır; müdrikeyle idrak eder; vâhime evhamlandırır.

Kendimize bir vehim gelmiş ve bu fizikî yapıya: "Benim" " Ben, ben ben," diyoruz. Yunus da: "Hayır! O iş öyle değil," diyor.

Beni bende demen bende değilem
Bir ben vardır bende benden içeru

İçerideki ben "can" dır. Dışarıdaki ben "ten" dir. Bunun ikisinin tevhit olması "Vahdet" tir. İslâm dininin, tevhit dini olmasının tasavvufçası da budur.

Bu tenle, canın arasındaki perdeleri açarak nötr hale getirip bütünleştiren bir araç vardır. Bu araç, muhabbetullah ve sevgidir. Aşk geldiği zaman diğerlerini silip süpürür ve götürür. Hz. Gaybî, bu gerçeği nutk-ı şeriflerinde:

Varlığımız mülkünü kahhar-ı aşk etti harab

diye ifade eder.

Varlık olarak: "bizim" dediğimiz şu fizikî yapıyı aşkın kahîr kuvveti geldi ve içerideki ile bütünleştirdi. Onun için tasavvuf, Âdem Baba'dan beri devam eden bir zincirdir. Doğulu'nun, Batılı'nın, Güneyli'nin, Kuzeyli'nin malıdır.

"Işık, nur birdir. Nur, nur-ı Muhammediyye'dir. Allah'ın zatının nurudur. Nereye gidersen git; ister 3000 sene, ister 10.000 sene gerilere git ya da günümüzden sonraki gelecek günlere git hakikat değişmez. Hep aynıdır.

İnsanın kendine meçhul olan kendisidir. Hangi asırda yaşarsa yasasın, insanın soru işareti kendi kendinedir. Onun için tarikata giren kişinin kendi kendine soracağı soru vardır, mürşid-i kâmil böyle tarif eder: "Sor bakalım evlâdım, kendi kendine: Ben kimim, ben neyim?"

Bunun benzeri Budizm'de de vardır. Ancak İslâmiyet'teki, gelişmiş şeklidir. Nasıl şeriat Hz. Peygamber (s.a.v.)'de sonunu bulup noktalanmışsa tasavvuf da aynıdır. Geçmiş dinlerdeki tasavvuf, İslâm tasavvufu gibi kemale ulaşmamıştır; geridir. Ama onlarda araç yine sevgidir. Onun için Âmentü'den söz edilir. Şeriatin Âmentüsü:

"Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve kadere, hayrın ve şerrin Allah'tan geldiğine ve ölümden sonra dirilmenin hak olduğuna inandım. Şahadet ederim ki; Allah'tan başka ilâh yoktur ve yine şahadet ederim ki Hz. Muhammed (s.a.v.), O'nun kulu ve Resulü'dür."

Şeriatin Âmentüsü altı tane olduğu gibi tarikatın da Âmentüsü altı tanedir. İki tane üçten ibarettir. Birinci üç: Ne idim, ne oldum, ne olacağım? İkinci üç: Nerede idim, neredeyim, nereye gideceğim?

Bu altı sorunun cevabını veren derviş, kemâl sahibi olur. Kitaplar yazmak veya kitaplardan okumakla kemâl sahibi olamayız. Bunun icraatı vardır. Başkasının söylediği sözle sen nasıl amel edersin? O zaman tıp fakültesini kaldır. Nasıl olsa tıp kitaplarında yazılmış, dersek herkes gidip kitapları alarak okusun ve hastalara reçete yazsın. Böyle bir şey olmadığı ve olamıyacağı gibi tasavvufta da ameliye vardır. Kitabî bilgilerle olmaz; kendi gönlünden tulû etmesi lâzım. Eğer gönül, hasetten, kibirden, gururdan, intikamdan, ihtirastan, nefretten vs. arınır ve safî hale gelirse tulû eder.

Haset, kibir, gurur, intikam, ihtiras, nefret gibi huylara hayvani huylar ya da ahlâk-ı zemîme denir. Zikir, gözyaşı, muhabbetullah, bu insanlık dışı hayvani huyları içeriden atar. Bunlar cehalettir. Peki, bunlar içimize nereden girdi? Ana rahminden almaya başladık. Fizikî yapı büyüdükçe bu huylar da gelişti. Bu huyları silip süpürmek gerekir. Haset yerine gıpta, öfke yerine hilmiyet, cimrilik yerine cömertlik, gurur ve azamet yerine tevazu getirilmelidir. O zaman insan-ı kâmil olunur. Ölmeden evvel ölmek de budur. Kim mezara diri diri girmiş!..

Hayvani huyların cehalet olduğunu söylemiştik. Cehalet ise karanlıktır; zulümdür; intikamdır; nefrettir; şehvettir. Cehalet, Hakk'ı bilmemektir.. Bunca ilim sahibi olan profesörler, hocalar cahil mi? Onların mesleklerine saygı duyarım ama saydığım bu hayvani huyları kendinden atmamışsa, o meslek onun insan-ı kâmil olmasına yetmez. Hz. Mevlâna, küçük bir adam mıydı da mürşide ihtiyaç duydu? Konya: "Mevlâna" diyordu da bir daha demiyordu. Medresesindeki talebeler, hep hanedan mensubuydu. Hz. Mevlâna Şems-i Tebrizî Hazretleri ile buluşmasaydı, yedi asır dünya literatürünün birinci sırasına oturabilir miydi?

"El ele, el Hakk'a."

İnsan, gerçek Allah bilgisi olan marifet bilgisinde yol almak istiyorsa şu söze kulak vermeli:

Ehl-i irfan eşiğinde yüzünü eyle türâb

Ariflerin kapısının eşiğinde yüzünü toprak eyle. Yunus'un da buyurduğu gibi:

Tabduk'un tabusunda kul oldum kapusunda
Miskin Yunus çiğ idik pişdik elhamdülillâh