Hoşgeldiniz sayın ziyaretçimiz. Bugün 8 Aralık 2024.
E-Posta : Parola :
 

   Odunları yere korken halindeki heybetten yedi âzami bir titremedir aldı!
   Dedi ki:Yarabbi, senin duaları kutlu izleri yomlu has kulların varsa,
   Onların hürmetine lûtfunun bir sanat göstermesini diliyorum... şimdicek bu odun yığını altın olsun!
   Bunu der demez bir de gördüm ki odunlar altın olmuş, yeryüzünde ateş gibi parlayıp duruyorlar!

705. Ben bunu görünce kendimden geçtim... bir hayli zaman baygın kaldım. O şaşkınlığım geçip kendime gelince,
   Dedi ki: Tanrı’nın o ulular, gayret sahibi ve şöhretten kaçar kişilerse,
   Onların hürmetine yine bu altını hemen odun yap, eski haline getiriver!
   Bu söz üzerine derhal o altın dallar, yine odun oldu... o erin işini görünce akıl da sarhoş oldu, kendisinden geçti. Bakış da!
   Ondan sonra odunlarını yükleyip yürüdü... hızlı hızlı önümden şehre gitti!

710. O padişahtan, ardından gidip müşküllerini sormak, sözünü duymak istedim ama,
   Heybeti mâni oldu gidemedim... bayağı kişilerin has erlere varmasına yol yok!
   Eğer biri can- beş vererek yol bulursa bu da onların rahmeti ve cezbesiyle olur.
   Şu halde o tevfike erişmeyi ganimet bil...eğer bir doğru erin sohbetini bulduysan bunu fırsat say!
   Padişaha yakın olduğu, padişahın yakınlığına erdiği halde bu kutluluğu değersiz görüp yolundan olan ahmağa benzeme!

715. Ahmak kurbanlık koyundan bol ve iyi bir parça verdiler mi “Bu, galiba öküz budu” der.
   A iftiracı, bu öküz budu değil ... fakat eşekliğinden sana öküz budu görünmede.
   Bu rüşvetsiz verilen padişah ihsanı... bu rahmet yüzünden verilen husûsi bir ihsan!

Süleyman aleyhisselâm’ın Belkis’in imana gelmesi için elçilerin tez gitmesini emretmesi ve onları teşviki

   Süleyman Peygamber de savaşacağı yerde Belkıs’ın adamlarını ve askerini kendisine çekti.
   Ey azizler dedi, çabucak gelin... çünkü cömertlik denizi dalgalanmaya başladı.

720.Köpüren dalgaları, her an kıyıya zararsız, ziyansız, yüzlerce inci atar!
   Ey doğru yolu bulanlar, salâ dedim size... Rıdvan, şimdicek cennet kapısını açtı.
   Süleyman dedi ki: “ Ey elçiler, gidin, Belkıs’a varın, onu bu dine inandırın!
   Deyin ki: Hep buraya gelin... çabuk şüphe yok ki Tanrı, sizi esenlik yurduna çağırtmada!
   Ey devlet isteyen, tez buraya gel... bu zaman, feyiz zamanı, kapıların açıldığı çağ!

725. Ey dilemeyen sen de gel... sen de gel de bu vefalı sevgiliden dilek sahibi olasın!

Tanrı sırrını kutlasın,İbrahim Edhemin ülkesinden göçmesindeki sebep ve Horasan saltanatını terk etmesi

   Sen de Edhem gibi devlet ve saltanatı hemencecik terk et de ebedi bir saltanata eriş!
   İbrahim Edhem, geceleyin tahtında uyumaktaydı.Gözcüler, bekçiler de damda gürültü edip duruyorlardı.
   Padişah, bekçilerin hırsızları ve kötü kişileri defetmelerini istemiyordu.
   Çünkü kendisinin adâlet sahibi olduğunu, kendisine hiçbir kötülük gelmeyeceğini biliyordu, gönlü emindi.

730. Muratları, dilekleri koruyan adalettir... geceleyin damlarda sopalarını kakıp gezen bekçiler değil!
   Fakat padişahın, rebap sesini dinlemeden maksadı, iştiyaklar çekenler gibi Tanrı hitabını hayal etmekti.
   Zurna ve davul sesleri, bir parçacık o külli nefirin, kıyamet gününde çalınacak olan Sur’un sesine benzer.
   Hakîmler, bu musikî nağmelerini göklerin dönüşünden aldık demişlerdir.
   Halkın tanburla çaldığı, ağızla söylediği bu şarkılar, nağmeler, hep göğün hareketinden alınmadır.

735. Müminler derler ki cennetin tesiriyle bütün kötü ve çirkin sesler de latif olur.
   Biz hepimiz Âdem’in cüz’üleriydik...cennette o nağmeleri dinledik, duyduk! 
   Gerçi suyla toprak, bize bir şüphe verdi ama yine o nağmeleri birazcık hatırlıyoruz.
   Fakat musibet toprağıyla karıştıktan sonra bu zir ve bem perdeleri, nereden o nağmeleri verecek?
   Su, sidik ve pislikle karışınca bozulur, mizacı acı ve sert bir hale gelir.

740. İnsanın cesedinde de birazcık su vardır... sen onu sidik bile saysan yine ateşi söndürür ya!
   Su, pis bile olsa yine tabiatı bakidir... o tabiatla gam ateşini söndürür!
   İş bu yüzden güzel sesi dinlemek âşıklara gıdadır... çünkü güzel ses dinlemede kalp huzuru ve Tanrı ile birleşme zevki vardır.
   Adamın içindeki hayâller kuvvetlenir, hattâ hayaller, o güzel sesten, o güzel nağmeden suretlere bürünür.
   Suya ceviz atanın ateşi nasıl kuvvetlendiyse aşk ateşi de güzel seslerle kuvvet bulunur!

Susuz adamın ceviz ağacına binip silkelemesi ve cevizlerin çukuddaki, erişemediği suya düşmesi, bu suretle suyun sesini duyup onunla zevklenmesi, neşelenmesi

745. Su, pek derin  yerdeydi... susuzun biri suyun üst tarafında bulunan ceviz ağacına binmiş, ağacı silkeliyordu.
   Ağaçtan cevizler, suya düştükçe suyun sesini dinliyor, sudan meydana gelen habbeleri seyrediyordu.
   Bir akıllı adam, bunu görüp dedi ki: Yiğidim bu cevizler, seni susatır!
   Suya bir hayli ceviz düşüyor ama su derinde... senden uzakta!
   Sen, yukarıdan aşağıya zahmetlerle ininceye kadar su da onları daha uzağa götürecek!

750. Adam dedi ki: Benim bu ağaç silkelemeden maksadım ceviz toplamak değil... görünüşe bakma da maksadıma iyi dikkat et!
   Benim maksadım suyun sesini işitmek ve suda hâsıl olan şu habbeleri görmektir.
   Âlemde susuzun, daima havuzun çevresinde dönüp dolaşmaktan başka ne işi var?
   Hacının Kâbe’nin çevresini tavaf etmesi gibi o da ırmağın, suyun çevresinde dolanır, suyun sesini dinler durur!
   İşte ey halk ziyâsı Hüsameddin, o susuzun maksadı gibi benim de bu Mesnevi’den maksadım sensin.

755. Mesnevi, ferileri bakımından da, asılları bakımından da tamamı ile senindir... onu sen kabul etmişsindir.
   Padişahlar, iyiyi de kabul ederler, kötüyü de ... bir şeyi kabul ettiler mi artık reddetmezler.
   Mademki bir fidan diktin, onu sula... mademki açtın düğümleme!
   Mesnevi’deki sözlerden maksadım senin sırrın, onu şiir halinde söylemedeki muradım senin sesindir.
   Bence sesin, Tanrı sesidir... âşık, hâşa; sevgilisinden ayrılmaz.

760. Nâsın caniyle nâsın rabbi arasında keyfiyetsiz, kıyasa sığmaz bir ulaşma, bir birlik vardır.
   Fakat nâs dedim, nesnas değil... nâs canın canı olan Tanrı’ya âşina olanlardır, başkaları değil!
   Nâs dediğim adamdır, adam nerede? Sen adamların başını, görmedin, kuyruksun sen!
   “Görünüşte o toprağı atan sen idin, hakikatte Allah idi” âyetini okumuşsun ama cisimden ibaretsin, cüz’ülerde kala kalmışsın!
   A ahmak, cisim ülkeni Belkıs gibi Süleyman Peygamber için terk et!

765. Lâhavle diyorum ama sözümden değil... o kötü düşüncelinin vesveselerinden lâhavle demekteyim!
   Çünkü o, benim sözlerime karşı hayallere düşmekte, gönlündeki vesveseler ve şüpheden doğan inkârlar yüzünden hayaller kurmaktadır.
   Lâhavle diyorum; yani çaresi yok... çünkü senin gönlünde benim sözlerimin zıddı olan düşünceler ve sözler var!
   Sözlerim, boğazına tıkıldı kaldı, artık ben sustum... hadi sen, sana lâyık olanı söyle bakalım!
   Güzel sesli bir neyzen ney çalarken ansızın aşağı tarafından bir yeldir çıktı!

770. Neyzen neyi aşağı tarafına tutarak, hadi bakalım dedi... benden iyi üfleyeceksen üfle!
   Ey müslüman,edep nedir diye arar sorarsan bil ki edep, ancak her edepsizin edepsizliğine sabır ve tahammül etmektir.
   Kimi falan adamın huyu kötü, tabiatı fena diye şikayet eder görürsen,
   Bil ki bu şikâyetçinin huyu kötüdür; kötüdür ki o kötü huylunun kötülüğünü söylüyor!
   Çünkü iyi huylu, kötü huylulara, fena tabiatlılara tahammül eden, onların kötülüğünü söylemeyen kişidir.

775. Fakat şeyh, birisinin kötülüğünü söylerse bu, Tanrı emriyledir, kızgınlığa, heva ve hevese uymadan değil!
   Onun şikâyeti, şikâyet değildir, onu ıslahtır... o şikâyet, peygamberlerin şikâyetine benzer.
   Peygamberlerin sabırsızlığı, bil ki Tanrı emriyledir... yoksa onların hilmi, kötü şeylere tahammül eder.
   Onlar kötülüğe tahammül ede ede tabiatlarını öldürdüler... artık onlardan bir tahammülsüzlük zuhur ederse kendilerinden değildir, Tanrı’dandır.
   Ey Süleyman, kuzgunla doğan arasında Tanrı hilmine bürün de bütün kuşlarla uzlaş!

780. Ey hilmi, yüzlerce Belkıs’ı zebun eden, ey “Rabbim, kavmine sen doğru yolu göster, onlar bilmiyorlar” diyen!

Süleyman aleyhisselam’ın,Belkis’e şirkte ısrar etme,imana gelmeyi geciktirme diye tehdit ederekhaber göndermesi

   Belkıs, kendine gel, aklını başına topla... yoksa fena olur. Askerin, sana düşman kesilir, senden döner!
   Perdecin, perdeni yırtar... canın, canına düşmanlık eder!   
   Yerdeki, gökteki zerrelerin hepsi, sınama çağında Tanrı askeridir.
   Yerli gördün ya, Âd kavmine ne yaptı! Suyu gördün ya, tufanda neler etti!

785. O kin denizi Firavun’a ne işler açtı... bu yeryüzü Karun’a ne işler gösterdi!
   Ebabil kuşları, file neler etti... sivrisinek, Nemrud’un başını nasıl yedi!
   Davud, eliyle koca taşı kaldırıp atınca taş tam altı yüz parçaya bölündü, ordu da bozguna uğradı!
   Lût’un düşmanlarına taş yağdı da nihayet kara su içinde dalga yutup boğuldular!
   Âlemdeki cansız şeylerin akıllıca peygamberlere ettikleri yardımları söylemeye kalkışsam,

790. Mesnevi o kadar büyük ki kırk deve bile âciz olur, çekemez!
   El, kafirin aleyhine şahadette bulunur; Tanrı askeri olur, Tanrı’nın buyruğuna baş kor!
   Ey işte, güçte Tanrı’nın zıddına ders gösteren, kork... sen de Tanrı askerleri arasındasın.
   Cüz’ünün cüz’ü bile ona uymuştur, onun askeridir. Şimdi nifak yüzünden sana muti görünür!
   Tanrı, gözüne, “Onu sık” dese göz ağrısı senin yüzlerce defa kökünü kazır!

795. Dişine “Ona bir ceza ver” dese bir de bakarsın ki dişin, kulağını çekip burmaya başlar!
   Tıp kitabını aç da hastalıklar bahsini oku... ten askerinin neler yaptığını gör! 
   Mademki her şeyin canının canı odur, canın canıyla düşmanlığa girişmek kolay mıdır?
   Belkıs, cin ve şeytan askerlerini bir tarafa bırak, çünkü onlar, benim emrime canla başla uyarlar, benim hükmümle saflar yararlar!
   Belkıs, önce saltanatı bırak... çünkü beni buldun mu bütün devlet ve mal, mülk senin olur!

800. Yanıma gelince zaten anlayacaksın ki bensiz bir hamam nakşından, hamamdaki bir resimden ibaretmişsin!
   Resim, ister padişah resmi olsun, ister zengin resmi ... değil mi ki resimdir, candan nasibi yoktur!
   O, başkaları için bezenmiştir... beyhude yere ağzını, gözünü açmıştır.
   Sen, kendi kendine savaşa girişmişsin... başkalarını kendin olarak tanımamış, anlamamışsın!
   Sen hangi surette rastlasan, bu, benim diye durup kalıyorsun ama vallahi o, sen değilsin!

805. Bir zamancağız halktan uzaklaşsan, yapayalnız kalsan ta boğazına kadar gama, endişeye batarsın.
   Halbuki bu, nasıl sen olabilir? Sen o tek kişisin; Sen kendinin güzelisin, kendinin dilberisin, kendinin sarhoşusun!
   Kendinin kuşu, kendinin avı, kendinin tuzağısın... kendinin baş köşesi, kendinin döşemesi, kendinin damısın!
   Cevher ona derler ki varlığı, kendi kendine olsun... onunla var olan, onun feri bulunan şey, arazdır.
   Sen de Âdemoğluysan onun gibi ol, bütün zürriyetleri kendinde gör!

810. Testide ne vardır ki nehirde olmasın... evde ne vardır ki şehirde bulunmasın!
   Bu âlem bir testidir, gönül de ırmak suyuna benzer. Bu âlem odadır, gönülse görülmedik ve şaşılacak şeylerle dolu bir şehir!

Süleyman aleyhisselâm’ın,benim senin imana gelmeni istemem;ancak Allah rızası içindi;ne nefsinde,ne güzelliğinde,ne de saltanatında bir zerre garezim yok..Tanrı nuruyla gözüm açılsın,sen de görürsün demesi

   Hemencecik gel... ben, seni davet eden bir elçiyim... ecel gibi şehveti öldürücüyüm, şehvete esir değil!
   Hattâ şehvetin olsa bile şehvette emîrim... bir güzelin yüzünü görüp şehvet esiri olmam ben!
   Aslımızın aslı, Halil ve bütün peygamberler gibi putları kıran kişilerdir.

815. Ey esir, biz put haneye girsek bile puta secde etmeyiz, put bize secde eder.
   Ahmed de put haneye gitti, Ebu Cehil de... fakat bunun gitmesiyle onun gitmesi arasında pek büyük bir fark var!
   Bu put haneye girdi mi putlar baş kor, secdeye kapanır... o girdi mi ümmetler gibi putlara secde eder!
   Şehvete mensup olan bu âlem de put hanedir... Hem peygamberlere yuvadır, hem kâfirlere!
   Fakat şehvet, pak kişilere kuldur... halis altını ateş yakmaz!

820. Kâfirler kalptır, temiz kişilerse altına benzerler. Her iki kısım da bu potanın içindedir.
   Potaya kalp olan girdi mi hemen kararır... altın girdi mi altınlığı belli olur.
   Altın, elini kolunu açar da potaya atılır, ateş içinde hoş bir surette gülümser durur!
   Âlemde cismimiz, bizim yüzümüzü örtmektedir... biz, samanla örtülü deniz gibiyiz!
   Din padişâhına toprak diye bakma a bilgisiz! Melûn Şeytan da Âdem’e bu bakışla bakmıştı.

825. Sen söyle bana bakayım... hiç bu güneş, balçıkla sıvanabilir mi?
   Nura yüzlerce toz toprak döksen yine görünür, yine baş gösterir, parlar!
   Saman da nedir ki suyun yüzünü örtsün! Toprak da kim oluyor ki güneşi kapatabilsin!
   Kalk ey Belkıs, Ethem gibi padişâhcasına şu iki üç günlük saltanat dumanını dağıt!

Tanrı sırrını kutlasın,İbrahim Edhem’in arta kalan hikâyesi

   O iyi adlı, iyi sanlı padişâh, bir gece tahtında otururken damda bir tıkırtı, bir hay huy duydu.

830. Sarayın damında sert sert adımlar atılıyordu... kendi kendine kimin ne haddine dedi.
   Sarayın penceresinden “Kim o... bu, insan olamaz, peri olmalı herhalde” diye seslendi.
   Hiç görülmemiş bir bölük halk, damdan başlarını indirdiler... dediler ki: Kaybımız var, gece vakti onu arayıp duruyoruz.
   İbrahim Edhem “Ne arıyorsunuz?” dedi. Dediler ki: Develerimizi! İbrahim Edhem “Damda deve arandığını kim görmüş?” deyince,
   Dediler ki: “ Peki... öyleyse sen taht üstünde oturur, padişahlık ederken Tanrı’yı bulmayı nasıl arıyor, nasıl umuyorsun?”

835. İşte bu oldu, bundan sonra bir daha İbrahim Edhem’i kimse görmedi... peri gibi insanların gözünden kayboldu!
   Kendisi, halkın gözü önündeydi ama mânası gizliydi... halk, sakaldan, hırkadan başka neyi görür ki?
   Kendi gözünden de kayboldu, halkın gözünden de... işte ondan sonra zümrüdü anka gibi âlemde meşhur oldu.
   Hangi kuşun canı, Kafdağına geldiyse bütün âlem onu söyler, ondan bahseder.
   Bu doğu nûru da Sebe’e vurunca Belkıs’a da, oradaki halka da bir velveledir düştü!

840. Ölmüş ruhların hepsi dirildiler, kanat çırptılar... öldüler, ten mezarlarından baş kaldırdılar!
   Birbirlerine “Bak... gökten bir sestir geldi” diye müjde vermeye başladılar.
   O sesten dinler gürbüzleşti... Gönüllerin dalları, yaprakları yeşerdi!
   Süleyman’dan gelen o nefes, Sur üfürülmüş gibi ölüleri mezarlarından kurtardı.
   Ey dinleyen, yakini Tanrı daha iyi bilir ya, bu devir geçti... ( Kendi zamanına ve zamanının Süleyman’ına dikkat et de) bundan böyle kutluluk senin olsun!

Sebe’nin ehlinin geri kalan hikayesi,Süleyman aleyhisselâm’ın Belkıs’ı ve kavmini doğru yola getirmesi,her birinin haline göre din ve gönül müşküllerini halletmesi,her cins kuşun,kendi cinsinden olan kuşu,o kuşun ötüşüyle,o kuşun yiyeceği şeylerle avlaması

845. İştiyak çekercesine Sebe’e ait hikâyeyi söylüyorum... çünkü seher yeli, lâleliğe esip geldi!
   Bedenler, vuslat günlerini buldu... çocuklar asılları olan analarına, babalarına kavuştular.
   Ümmetler içinde gizli olan aşk ümmeti, çevresini kınamalar kaplamış cömertliğe benzer.
   Ruhların aşağılanması, bedenler yüzündendir. Bedenlerin yüceliği, ruhlardandır!
   Ey aşıklar, arı- duru şarap sizindir, size sunulur. Baki olan sizsiniz, beka sizindir!

850. Ey! Yüreklerinde âşk derdi olmayanlar, kalkın âşık olun... işte Yusuf’un kokusu gelmekte, hemen koklayın, o kokuyu alın!
   Ey Süleyman’a mensup kuş dili, gel! Hangi kuşun sesi gelirse ona göre nağmeler düz!
   Tanrı sesini kuşlara göndermiştir... her kuşun nağmesini sana öğretmiştir!
   Cebrî olan kuşa cebir dilince söyle ... kanadı kırılmış olana sabırdan bahset!
   Sabreden kuşu hoş gör, affet... Anka’ya Kaf dağının vasıflarını oku!

855. Güvercine doğandan korunmasını emret... doğana hilmi anlat, can yakmadan çekinmesini söyle!
   Çaresiz kalan, nurdan mahrum olan yarasayı nura eş et, nura âşina kıl!
   Savaşan kekliğe sulh öğret... horozlara sabah çağının alâmetlerini göster!
   Hüthütten karakuşa kadar bütün kuşlara böylece yol göster... Tanrı, doğruyu daha iyi bilir!

Belkıs’ın saltanattan kurtuluşu,iman şevkiyle mest oluşu,memleketinden hareket esnasında tahtından başka her şeyden vaz geçişi

   Süleyman, Sebe’deki kuşlara bir ıslık çalınca hepsini kendisine bend etti.

860. Ancak canı ve kanadı olmayan, yahut balık gibi aslından sağır ve dilsiz olan müstesna!
   Hayır... yanlış söyledim, sağır bile Tanrı vahyine karşı baş koyup secde etse Tanrı ona duygu ihsan eder.
   Belkıs, canla, gönülle Süleyman’a gitmeyi kurdu... geçmiş zamanlarına acıklandı!
   Âşıkların adı sanı, ârı namusu terk ettikleri gibi o da malını, mülkünü terk etti.
   O nazlı nazenin kölelerle cariyeler, gözüne porsumuş, kokmuş, çürümüş soğan gibi görünmeye başladı.

865. Bağlar, köşkler, ırmaklar, aşk yüzünden gözüne külhan gibi görünüyordu.
   Aşk, kızıştı da akın etti mi bütün güzeller, göze çirkin görünür.
   Aşk gayreti, zümrüdü bile insanın gözüne pırasa kadar âdi gösterir... İşte “Lâ” nın mânası budur.
   Ey sığınacak yer arayan, “Lâ ilâhe illâ Hû” budur... ay bile sana kararmış çömlek gibi görünür!
   Belkıs da hiçbir mala hiçbir hazineye, hiçbir değerli şeye ehemmiyet vermiyordu... yalnız tahtından geçememişti.

870. Süleyman, Belkıs’ın gönlündekini anladı... çünkü Süleyman’ın gönlünden Belkıs’ın gönlüne yol olmuştu!
   Karıncaların sesini bile duyan, elbette uzaktakilerin feryadını da duyar.
   “Bir karınca dedi ki” sırrını söyleyen, bu köhne kemerin, bu eski dünyanın sırrını da bilir.
   Uzaktan gördü ki o kendisini bile teslim eden Belkıs’a, yalnız tahtından ayrılmak acı geliyor!
   Bunun sebebini söylesem, tahtına neden bu kadar âşıktı... anlatmaya kalkışsam söz uzar.

875. (Belkıs, tahtla aynı cinsten değildi... doğru, fakat) bu kalem de duygusuzdur, kâtiple aynı cinsten değildir ama ona munistir, eştir, arkadaştır.
   Her sanatın aleti de böyle cansızdır ama canlı olan sanatkârın munisidir.
   Anlayış gözünde nem olmasaydı bu sebebi daha açık anlatırdım!
   Taht haddinden fazla büyüktü; nakledilmesine imkân yoktu.
   Pek ince sanatlıydı... beden gibi eczası, tamamı ile birbirine bitişmişti... ayrılıp götürülmesi de mümkün değildi, kırılabilirdi.

880. Süleyman dedi ki: Sonunda tahttan da, taçtan da soğuyacak ya!
   Can, birlik âlemine ulaşır, o âlemden baş gösterirse birliğin nuruna karşı bedenin nuru kalmaz artık.
   İnci,denizin dibinden çıktı mı denizdeki köpüklerle çer çöpü hor hakîr görürsün!
   Nurlar saçan güneş doğdu, baş gösterdi mi artık akrebin kuyruğunda kim yurt tutmak ister?
   Fakat bütün bunlarla beraber yine de onun tahtını getirtmek lâzım.

885. Getirtmeli de buluştuğu vakit üzülmesin... çocukça dileği yerine gelmiş olsun.
   O taht bizce âdi bir şey ama onca pek aziz...ne yapalım, hurilerin sofrasında birde şeytan bulunsun!
   Hem o nazlı tahtı, sonradan Eyaz’a hırkasıyla çarığı nasıl ibret olduysa ona da ibret olur!
   Bu tahta bakar da neye tutulduğunu, nereden nereye geldiğini, ne haldeyken ne hale büründüğünü bilir,anlar!
   Tanrı da toprağı, meniyi ve et parçasını daima bizim gözümüz önünde tutmuyor mu?

890. A kötü niyetli bak... seni ne halden ne hale getirdim? Şimdi onlardan nefret ediyorsun değil mi?
   Sen o devirlerde o toprağa, meniye, et parçasına aşıktın... o zamanlar bu kerem ve ihsanı inkâr ediyordun!
   Önce toprak halindeyken ( ben nereden akıl ve ruh sahibi olacağım diye) inkârda bulunuyordun ya... bu kerem ve ihsan, o inkârını gidermek içindir.
   Canlanman, evvelki inkârına karşı reddedilmez bir delildir... şu hastalığın dermandan da beter oldu ya!
   Toprağın bu işi yapmasına imkân mı var... meni, düşmanlıkta bulunur, inkâra düşer mi hiç?

895. O zamanlar gönülsüz ve ruhsuzdun... bu yüzden düşünceyi de inkâr ediyordun, inkârı da!
   Cemadken insan olacağını inkâr ederdin, şimdi de haşr olmayı inkâr etmede ayak diredin!
   Sen şuna benzersin: Adam gelir, kapıyı döver de ev sahibi, içerden “ Ev sahibi evde yok diye bağırır.
   Kapıyı döven bu “Ev sahibi evde yok” sözünden anlar ve ev sahibi içerdedir... halkadan elini çekmez!
   Senin inkârın da Tanrı’nın cemad âleminden yüzlerce haşirde bulunduğunu, yüzlerce can yarattığını gösterir, belli eder!

900. Su ve toprağın “Hel etâ” dan inkâr doğurmasına dek, (insanın aslî maddesi bile yokken nihayet sudan, topraktan meni haline gelip duygu ve görgü sahibi olmasına kadar) nice sıfatlar düzüldü, koşuldu!
   İşte su ve toprak (yani insan) da (inkarda bulunuyor ama hakikâtte) inkâr etmemekte... yalnız o ev sahibi gibi “ o haber veren içerde yok” diye bağırmakta!
   Bunu yüz türlü açar, anlatırım ama ince sözlerden insanın aklı sürçer... onun için vazgeçiyorum!

Süleyman aleyhisselâm’ın Belkıs’ın tahtını Sebe’den getirtmeye bir çare bulması

   Bir ifrit dedi ki: Sen daha yerinden kalkmadan ben, tahtını getiririm.
   Asaf da “ İsm-i âzam kudretiyle ben, bir anda bu tahtı buraya getiririm” dedi.

905. İfrit, sihirde üstattı ama o taht, Asaf’ın nefesiyle geldi.
   Belkıs’ın tahtı derhal Süleyman’ın huzurunda belirdi... fakat Asaf’ın himmetiyle; ifritlerin hilesiyle değil!
   Süleyman, Tanrı’ya hamd olsun dedi... bu nimeti de âlemlerin Rabbi’nin lûtfuyla gördüm, bunun gibi yüzlercesini de!
   Sonra tahta baktı da dedi ki: Evet sen ahmakları aldatabilirsin ey ağaç!
   Nakşedilmiş, bezenmiş tahta ve taş önünde nice aptallar baş kor, secde eder!

 910. Secde edenin de canından haberi yoktur, secde edilenin de...ancak canından bir hareket ve azıcık bir eser görmüştür, işte o kadar!
   Şaşırıp kaldığı sıralarda taşın söz söylediğini, işarette bulunduğunu görmüşte büsbütün hayretlere dalmıştır!
   O kötü kişi, ibadet tavlasını yerinde oynamamıştır da bu yüzden taştan aslanı sahici aslan sanmıştır.
   Hakiki aslan da, kereminden cömertlik etmiş, hemencecik köpeğin önüne bir kemik fırlatıp atmış...
   O köpek, doğru özlü değil ama bizim kemik verişimiz umumî bir lütûftur,demiştir!

Halime’nin Mustafa aleyhisselâm’ı sütten kesince kaybetmesi ve putlardan yardım istemesi,putların titreyip secdeye kapanmaları,Mustafa sallallahu aleyhi vesellem’in ululuğuna şahadet etmeleri

915. Sana Halime’nin gizli hikâyesini söyleyeyim de gönlünden gam gitsin!
   Mustafa’yı sütten kesince fesleğen ve gül gibi elini alıp bağrına basarak...
   Her iyi ve kötüden kaçırıp esirgeyerek o padişahlar padişahını atasına teslim etmek üzere Mekke’ye geldi.
   O emaneti, zayi etmeden korkarak Kâbe’ye geldi, Hatîm’e girdi.
   Fakat bu sırada havadan “ Ey Hatîm, sana pek büyük bir güneş doğdu...

920. Ey Hatîm, bugün sana cömertlik güneşinden yüz binlerce nur isabet ediverdi...
   Ey Hatîm, bugün sana, talih ve bahtın, ardında çavuş olduğu ulular ulusu bir padişah gelip kondu...
   Şüphe yok ki yeni baştan yücelikler âlemine mensup canların konağı olacaksın...
   Tertemiz canlar her yandan bölük bölük, takım takım, şevklerinden sarhoş olarak sana gelecekler” diye ses geliyordu.
   Halime bu sese şaşırıp kaldı... ne önde kimse vardı, ne artta!

925. Altı cihette de kimse yoktu... fakat bu canlar feda olası ses, ardı ardına gelip durmaktaydı.
   Halime, o güzel ses nereden geliyor, kim söylüyor diye araştırmak üzere Mustafa’yı yere bıraktı.
   Her tarafa göz gezdirdi... o sırlar açan, gizli şeyler söyleyen padişah nerede diye her tarafa baktı.
   Yarabbi, böyle yüce bir ses sağdan, soldan gelmede... fakat söyleyen kim?diyordu.
   Kimseyi göremeyince şaşırdı, ümidi kesildi, söyleyeni bulamayacağını anladı... söğüt dalı gibi her tarafı tir tir titriyordu.

930. Tekrar o aklı başında olan çocuğu bıraktığı yere döndü... bir de ne baksın, Mustafa, koyduğu yerde yok!
   Büsbütün şaşırdı... Konağı dertlerle karardı âdeta!
   Şu yana, bu yana koşup bağırmaya, bir tanecik incimi kim aldı benim diye feryat etmeye başladı.
   Mekke’liler biz bilmiyoruz... hattâ orada bir çocuk olduğunu bile görmedik dediler.
   Halime öyle bir feryat edip ağlamaya başladı ki onun ağlamasını görüp başkaları da ağladılar!

935. Göğsünü döverek öyle yanık yanık ağlıyordu ki ağlamasına bakıp yıldızlar bile ağlamaya koyuldular!

Halime’yi, yardım istemek üzere putlara götüren ihtiyar Arap

   Bu sırada ihtiyar bir adam, elindeki sopasını kaka kaka çıkageldi. Dedi ki: “A Halime, başına ne geldi senin ?
   Neden böyle ağlıyor, yasla ciğerler dağlıyorsun?”
   Halime “Ben Ahmed’in inanılır, güvenilir süt ninesiyim...onu atasına teslim etmek üzere getirdim.
   Fakat Hatîme gelince kulağıma havadan sesler gelmeye başladı.

940. Gökten gelen o sesleri duyunca çocuğu oraya bıraktım...
   Bu sözleri kim söylüyor, göreyim dedim... çünkü pek lâtif, pek güzel bir sesti o.
   Ne etrafımda kimseyi gördüm, ne de bir an o ses kesildi.
   Şaşırıp kaldım, şaşkınlıkla şuraya buraya giderken bir de baktım ki çocuk, koyduğum yerde yok... eyvahlar olsun, yazık oldu bana!”
   İhtiyar, “Meraklanma, kederlenme... ben sana bir padişah göstereyim.

945. O sana çocuğun ne olduğunu, nereye gittiğini, nerede bulunduğunu söyler” dedi.
   Halime, canım feda olsun sana ey güzel yüzlü, tatlı sözlü ihtiyar!
   Hadi, hemen bana o yüce bakışlı padişâhı göster de çocuğun halinden haber alayım, dedi.
   İhtiyar, Halime’yi Uzza’nın yanına götürdü... dedi ki: “Bu put, kayıpları haber vermede tecrübe edilmiştir.
   Biz, ona tapı kılarak vardık mı binlerce kaybımızı bulmuştur.”

950. İhtiyar, puta secde edip derhal “Ey Arabın velinimeti, ey cömertlik denizi!
   Ey uzza! Sen bize nice lûtuflarda bulundun da biz tuzaklardan kurtulduk.
   Lutûfların yüzünden Arap’ta hakkın var... Arab’ın sana ram olması farz olmuştur.
   Sad kabîlesinden olan Halime, derdine derman olacağını umarak senin gölgene gelip sığındı.
   Onun bir küçük çocuğu kaybolmuş... adı Muhammedmiş!”dedi.

955. Arap, Muhammed derdemez derhal bütün putlar yere kapandılar, secde ettiler.
   “A ihtiyar, Muhammed’i ne çeşit arayış bu? Biz onun yüzünden işten kalacak, hor hakîr olacağız!
   Biz onun yüzünden yüz üstü düşeceğiz, taşlanacağız... onun yüzünden kârımıza kesat gelecek, ayarımız mahvolacak!
   Fetret zamanında hevâ ve heves ehlinin arada bir bizden gördükleri o hayaller,
   Onun devri gelince yok olacak... su görününce teyemmümün hükmü kalmayacak!

960. A ihtiyar, uzaklaş bizden sınama ateşini alevlendirme; Ahmed’in kıskançlığıyla bizi yakma!
   Allah aşkına uzaklaş ey ihtiyar... uzaklaş da takdir ateşi, seni de bizimle beraber yakmasın!
   Biliyor musun ki bu, âdeta ejderhanın kuyruğunu sıkmaktır... hiç biliyor musun, bu ne çeşit haber getiriştir?
   Bu haberden denizin de yüreği coşar, madenin de ... bu haberden yedi kat gök bile tir tir titrer!” dediler.
   O gün görmüş, yaş yaşamış ihtiyar, taşlardan bu sözleri duyunca sopasını yere attı.

965. Titremeye başladı... o seslerden korkmuştu; dişleri takır takır birbirine vuruyordu.
   Kışın çıplak adamın titremesi gibi titremekte “ Eyvahlar olsun, helâk olduk” demekteydi.
   Halime ihtiyarın bu halini görünce büsbütün şaşırdı, ne yapacağını unuttu. 
   Dedi ki: “ A ihtiyar, ben de mihnetteyim ama şimdi temelli şaşırdım kaldım!
   An olur rüzgâr bana hatiplik eder, zaman gelir taşlar edep öğretir!

970. Rüzgâr, bana söz söyler... taş ve dağ, eşyanın hakikatını anlatır!
   Gâh olur gayb erleri, gökyüzünün yeşil kanatlı melekleri çocuğumu kaparlar!
   Kime ağlayıp sızlanayım... kime şikâyet edeyim?
   Yüzlerce gönülle sevdalara kapılanlara döndüm şimdi.
   O çocuğun gayreti, gayb sırlarını söyletmiyor, ağzımı yumuyor benim...şu kadar söyleyeyim: Çocuğum kayboldu!
   Fakat şimdi başka bir şey söylesem halk, beni delirdi sanır, zincirlere vurur!”

975. İhtiyar dedi ki: “Halime, şad ol... şükür secdesine kapan, yüzünü pek yırtma.
   Gam yeme... o kaybolmaz, belki bütün âlem onda kaybolur!
   Her an onun önünde, ardında yüzbinlerce gözcü bekçi var; onu korurlar.
   Görmedin mi? O hünerli putlar, çocuğun adını duyunca nasıl yerlere kapandılar, secde ettiler!
   Bu devir yeryüzünde acayip bir devir... ben ihtiyarladım gittim de buna benzer bir şey görmedim.

980. Bu haberden taşlar nasıl feryada geldiler ? Bilmem artık suçlulara neler olur?
   Taşa biz mâbut diyoruz, mâbut oluşta onun bir suçu yok ... sen de ona kul olmaya mecbur değilsin!
   ( Fakat ona sen mâbut diyorsun, o da bunu reddediyor, kabul etmeye mecbur.) O, mecburken bu derecede korkarsa artık suçluya neler olacak, bir düşün!

Mustafa’nın ceddi Abdülmuttalib’in Halime’nin Muhammed aleyhisselâm’ı kaybettiğini, şehrin etrafında dönüp dolaşarak aradığını ve Kâbe’de ağlayıp sızladığını,Tanrı’dan Muhammed aleyhisselâm’ı bulmayı niyaz ettiğini duyması

   Mustafa’nın ceddi, Halime’nin halini, halk içinde ağlayıp sızladığını,
   Sesi, bir millik mesafeye yetişecek kadar feryat ve figân ettiğini duyunca,

985. İşi anladı... eliyle göğsünü yumruklamaya, bağırıp ağlamaya koyuldu.
   Derken yana yakıla Kâbe kapısına gelip dedi ki: “ Ey gece sırlarını da, gündüzün gizlenen işleri de bilen Tanrı!
   Kendimde bir hüner, bir marifet görmüyorum ki senin gibisiyle sırdaş olayım.
   Kendimde bir ehliyet görmüyorum ki bu kutlu kapıda makbule geçeyim.
   Ne başımda bir değer var, ne secdemde... ne de ağlamamla bir devlet gülümser benim.

990. Ancak o eşi bulunmaz tek incinin yüzünde senin lûtuf eserlerini görmüşüm ey kerem sahibi Tanrı’m.
   O bizden ama bize benzemiyor... biz hep bakırız, Ahmet kimya!
   Onda gördüğüm şaşılacak şeyleri ne bir dostta gördüm ben, ne bir düşmanda!
   Bu çocuğa ihsan ettiğin faziletleri, birisi yüzyıl mücadelede bulunsa elde edemez”, nişanesini bile bulamaz.
   Senin ona olan inayetlerini iyice gördüm... anladım ki o senin denizinin biricik incisi!

995. Ben de işte sana onu şefaatçı getirmedeyim... onun yüzü suyu hürmetine ey herkesin halini bilen Tanrı, o ne haldedir; bana bildir!
   Kâbe içinden derhal bir ses geldi: “şimdi sana yüz gösterecek !
   O yüzlerce devletle bizden nasip almıştır... yüzlerce bölük melek, onu korumadadır.
   Onun zâhirini, âleme meşhur edeceğiz... bâtınını da herkes den gizleyeceğiz!
   Su ve toprak altın madeniydi; bizse kuyumcuyuz... gâh onu halhal yaparız, gâh yüzük!

1000. Gâh kılıç bağı yaparız... gâh aslanın boynuna tasma!
   Gâh onu tahtı bezeyen turunç yaparız, gâh devlet isteyen padişahların başına taç ederiz!...
   Bu toprakla aşklarımız vardır bizim...çünkü o rıza ka’desine oturmuştur.
   Gâh ondan böyle bir padişah çıkarırız... gâh o padişahı da bir padişaha âşık ederiz!
   O topraktan yüz binlerce âşık, yüz binlerce mâşuk yaratırız... hepsi de feryad-ü figandadır, arayıp taramadadır!

1005. Bizim işimize candan meyli olmayanın körlüğüne işimiz budur işte!
   Nevaleyi azıksızlar önüne koruz...işte o yüzden toprağa bu faziletleri veririz biz.
   Çünkü toprak, tozlu ve kapkara görünür ama içinde nurlu sıfatlar vardır.
   Dış yüzü iç yüzüyle savaştadır... iç yüzü inci gibidir, dışı taşa benzer.
   Dışı, biz, ancak buyuz der... içi, dikkat et, işin önüne, ardına iyi bak der!

1010. Dışı içimizde hiçbir şey yoktur diye inkârda da bulunur... içi hele dur da sana hakikatimizi gösterelim der.
   Dışıyla içi savaştadır... ve içi, dışına sabrettiğinden Tanrı yardımına nail olur.
   İşte biz bu ekşi suratlı topraktan suretler düzer onun gizli gülümsemesini meydana çıkarırız.
   Çünkü toprağın dışı kederden, ağlayıştan ibarettir ama içinde yüz binlerce gülüşler vardır.
   Biz sırları açığa vururuz... işimiz budur bizim!Bu gizli şeyleri pusudan çıkarır dururuz!

1015. Hırsız inkârdan gelir, susar bir şey söylemez ama sahne onu sıkıştırır, hırsızlığını meydana çıkarır!Bu topraklarda da nice nimetler çalmıştır...onu belâlara uğratır, ikrar ettirir.
   Onun nice şaşılacak çocukları var... Fakat Ahmet hepsinden üstün!
   Yerle gök, bizim gibi iki çiftten böyle bir tek padişah doğdu diye gülmekte, sevinip neşelenmektedir.
   Gökyüzü neşesinden yarılmada ... yeryüzü, azadeliğinden süsene dönmektedir!

1020. Ey güzel toprak, mademki dış yüzün iç yüzünle savaşta, çekişte...
   Kim kendisiyle savaşa girişirse nihayet hakikati, bulur, rengin, kokunun ( görünüşün ) düşmanı olur.
   Karanlığı nuruyla muharebeye girişenin can güneşine zeval yoktur.
   Bizim için sınamalara giren, bizim için çalışan kişinin ayağına gök bile sırt verir!
   Zâhirin karanlıklardan feryat etmede ama içyüzün gül bahçesi içinde için de gül bahçesi!

1025. O, ekşi suratlı sofiler gibi nur söndüren kişilerle karışıp uzlaşmamak niyetinde.
   Ekşi suratlı ârifler, kirpiye benzerler...sert dikenlerin dibinde gizlice zevki safâdadır onlar.
   Bahçe gizlidir de bahçenin çevresindeki diken meydanda... yani ey düşman hırsız, bu kapıdan uzaklaş derler!
   Ey kirpi, kendine dikeni bekçi yapmışsın... başını, sofiler gibi içine çekmişsin.
   İstiyorsun ki şu gül yüzlü, fakat diken huylu kişilerden hiç kimse, senin azıcık bir zevkine bile ilişmesin!

1030. Senin çocuğun, çocuk huylu ama iki âlem de onun yavrucağı... onun için yaratılmış!
   Biz, âlemi onunla diriltir, feleği onun hizmetine kul, köle ederiz!
   Abdülmuttalip “ şimdi nerede ey gizlileri bilen, bana ona varacak doğru yolu göster” dedi.

Abdülmuttalib’in, Muhammed aleyhisselâm nerede onu bildir de bulayım diye niyaz etmesi, Kâbe içinden ses gelip yerinin bildirilmesi

   Kâbe içinden Abdülmuttalib’e ses geldi: “Ey o aklı başında olan çocuğu arayan,
   Filan vâdide, falan ağacın altında!” O iyi bahtlı, bu sesi duyunca hemen yürüdü.

1035. Ardınca da Kureyş emîrleri gidiyorlardı. Çünkü Peygamber’in atası Kureyş ulularındandı.
   Âdem Peygamber’e kadar bütün geçmişleri, mecliste de en ulu kişilerdi, savaşta da!
   Bu soy, zâhiri soyuydu... ulu padişâhlar padişâhından süzülmeydi.
   İçiyse zaten soydan, soptan uzaktı, paktı... balıktan “simak” denilen yıldıza kadar onunla cins ve eşit olacak kimse yoktu!
   Hak nurunun kimden doğduğunu, nasıl vücut bulduğunu kimse aramaz.Tanrı halkının nescini arayıp sormaya ne lüzum var?

1040. Tanrı’nın sevap karşılığı olarak verdiği en bayağı hil’at bile güneş ziyasından daha parlak, daha üstündür!

Belkıs’ı rahmete çağırma hikâyesinin arta kalanı

   Kalk ey Belkıs, gel de devleti, saltanatı gör...Tanrı denizi kıyısında inciler topla!
   Kızkardeşlerin, yüce göklerde oturuyor...sen neden murdar bir şeye padişahlık eder durursun?
   O padişahın, kız kardeşlerine yüce ve bol bahşişlerden neler verdiğini hiç bilir misin ?
   Halbuki sen neş’e ile “ Külhanın padişahı ve başbuğu benim “ diye davul dövmedesin!

İnsanın dünyaya kâni olup hırsla dünyayı dilemesi ve kendi cinsinden olan ruhaniler ‘’Ne olurdu, kavmimiz halimizi bilse’’ diye bağırıp dururken onların devletinden gafil olması

1045. Hani bir köpek, çukur içinde kör dilenciyi gördü de saldırdı, hırkasını yırttıydı ya!
   Bunu söyledik ama tenkit için bir kere daha söylüyoruz.
   Kör dedi ki: Senin dostların şimdi dağlarda av arıyorlar...
   Hısımların dağda yaban eşeği avlıyorlar... sense köy ortasında kör tutuyorsun!
   A yücelerden kaçan şeyh, bu hileyi bırak! Sen, başına birkaç körü toplamış acı suya benziyorsun!

1050. Âdeta bunlar benim dervişlerimdir...ben de acı suyum. Benden içerler de böyle kör olurlar diyorsun!
   Suyunu Ledün denizinden tatlı bir hale getir. Kötü suyu bu körlere tuzak yapma!
   Kalk, yaban eşeği avlayan Tanrı aslanlarını gör... sen, neden köpek gibi hileyle kör avlamadasın?
   Onlara yaban eşeği avlıyorlar dedim... fakat yaban eşeği de nedir ki? Onlar sevgiliden başkasını avlamazlar... hepsi de aslandır, aslan avcısıdır, nur sarhoşudur!
   Avı ve padişahın avcılığını seyrederken hepsi de avlanmayı bırakmışlar, hayran olup can vermişlerdir!

1055. O cinsten olan kuşları avlamak için avcılar nasıl ellerine ölü bir kuş alırlarsa sevgili de onları eline almıştır.
   O ölü kuş vuslat ve firkat arasında ihtiyarsız bir haldedir. “ Kalp, Tanrı’nın iki parmağı arasındadır” hadisini okumadın mı?
   Ölü kuşa avlanan dikkat ederse görür ki padişaha avlanmıştır.
   Bu ölü kuştan baş çeken, asla avcının elini bulamaz!
   Ölü kuş der ki: benim murdarlığıma bakma padişâhın bana olan aşkına bak... bak da beni nasıl görüp gözetmekte, bir gör!

1060. Ben pis değilim... beni padişah öldürdü; suretim, ölüye benzedi.
   Bundan önce kanadımla uçuyordum; şimdiyse hareketim, padişahın elinden.
   Fâni hareketim, derimden çıktı gitti... şimdiki hareketim bâki, çünkü ondan!
   Benim hareketime karşı eğri harekette bulunanı, simurg bile olsa perişan eder, ağlatır, inletir, öldürürüm!
   Diriysen aklını başına topla da beni ölü görme... kulsan benim padişah elinde olduğumu gör!

1065. İsa, keremiyle ölüyü diriltti... halbuki ben, İsa’yı yaratanın elindeyim.
   Tanrı elinde oldukça hiç ölü kalır mıyım? İsa’nın elinde bile olsam buna imkân yok!
   İsa’yım ama nefesimden can bulan bir daha ölmez, ebediyen diri kalır.
   İsa’nın nefesiyle dirilen, tekrar öldü... fakat bu İsa’ya can verene ne mutlu!
   Ben, Musa’mın elindeki asâyım... Musa’m gizli de ben, önünde görünüp durmaktayım.

1070. Müslümanlara deniz üstündeki köprü kesilir, sonra da Firavun’a ejderha olurum!
   Oğul, yalnız bu asâyı görme... Tanrı elinde olmasa asâ, bu işleri yapamaz!
   Tufan dalgası da asâ kesildi... o dertte büyücülere tapanların şatafatlarını sömürüp yedi!
   Tanrı asâlarını saymaya kalkışsam şu Firavun’a mensup olanların hilelerini yutarım ya...
   Fakat bırak, bu zehirli tatlı otu birkaç günceğiz otlasınlar hele!

1075. Firavun’un mesnedi ve başlık, başbuğluk, olmasaydı cehennem nereden beslenecekti ki?
   A kasap, önce semirt de sonra kes... çünkü cehennemdeki köpekler azıksız!
   Dünyada düşmanlar olmasaydı halktaki kızgınlık yatışır, geçer giderdi!
   Cehennem dediğin o kızgınlıktır... düşmanlık gerek ki yaşasın. Yoksa merhamet, onu söndürüverirdi!
   O vakit kahırsız ve kötülüksüz lûtuf kalırdı; bu takdirde padişâhlığın kemâli nasıl zahir olurdu ki?

1080. O münkirler, öğütçülerin sözlerine, getirdikleri misallere aldırış etmediler, onların sakallarına güldüler!
   İstersen sen de gül... fakat a murdar, ne vakte dek yaşayacaksın, ne vakte dek?
   Ey sevenler, niyaza başlayın, şad olun, bu kapıda yalvarın... çünkü bu kapı, bugün açılacak!
   Bahçede soğan, sarımsak vesaire gibi sebzelerin her birine ayrı bir evlek vardır.
   Her biri, kendi cinsiyledir, kendi evleğindedir...yetişip olmak için orada rutubetten gıdalanır durur!

1085. Sen safran evleğisin, safran olur... başka sebzelerle karışıp uzlaşma!
   Ey safran, sudan gıdanı al da safran ol, zerdeye gir! Şalgam evleğine girip ağzını açma da onunla aynı tabiatta, aynı huya sahip olma!
   Sen bir evleğe konmuşsun, o bir evleğe... çünkü “Tanrı’nın olan yeryüzü pek geniş!”
   Hele o yeryüzü yok mu? O kadar geniş ki sefere çıkan devler, periler bile orada kaybolmada!

1090. O denizde, o ovada, o dağlarda vehim ve hayal bile yol alamaz; kaybolur gider!
   Şu ova, o yeryüzündeki ovada uçsuz bucaksız denizdeki bir kara kıl gibi kalır!
   Orada öyle durgun sular var ki akmaları gizlidir... hepsi de akarsulardan daha taze, daha hoştur!
   İçten içe can ve ruh gibi gizli gizli akarlar, akıp giden ayakları vardır!Dinleyen uyudu, sözü kısa kes ey hatip... su üstüne yazı yazmayı bırak gayri!

1095. Kalk ey Belkıs, alışveriş pazarı kızıştı...şu kesatçı hasislerden kaç!
   Kalk ey Belkıs, ölüm gelip çatmadan şimdi ihtiyarınla kalk!
   Sonra ölüm, kulağını öyle bir çeker ki hırsız gibi can çekişe sahneye gelir, teslim olursun!
   Bu eşeklerden ne vakte dek nal çalıp duracaksın?
   Eğer bir şey çalacaksan bari gel de lâal çal!
   Kız kardeşlerin ebedîlik mülkünü elde ettiler, sense bu yaslı yurtta kalakaldın!

1100. Ne mutlu ona ki bu yurttan sıçradı, çıktı...çünkü ecel, bu yurdu nihayet yıkar, viran eder!
   Kalk,gel ey Belkıs de bir kerecik olsun din padişahlarıyla din sultanlarının yurdunu gör!
   Onlar, görünüşte dostlar arasında nağmelerle deve sürüyorlar ama iç âleminde gül bahçesinde oturmuşlar, zevk u safa ediyorlar.
   Bahçe, onlar nereye giderse beraber gitmekte...fakat bu halktan gizli!
   Meyveler, beni topla, beni devşir diye yalvarmada... âbıhayat, benden iç diye niyaz etmede!

1105. Gel de güneş gibi, dolunay gibi, hilâl gibi kolsuz ve kanatsız gökyüzünde dön dolaş!..
   Yürümeye başladın mı ruh gibi ayaksız yürürsün... çiğneme zahmetine uğramadan yüzlerce yemekler yersin!
   Ne gemine gam timsahı çarpar...ne ölümden kötüleşirsin!
   Sen hem padişahsın, hem asker, hem taht... sen hem iyi bir bahta nail olursun, hem bizzat baht ve talih kesilirsin!
   Fakat zâhirde bahtın iyi olursa, yüce bir sultan olursa ne fayda... bu baht başkasınındır, bir gün gelir olur, bahtın döner!

1110. Sen de yoksullar gibi muhtaç bir hale düşersin... ey seçilmiş kişi, sen baht ol, sen devlet kesil!
   Ey mânevi er, kendin baht olur ,talih kesilirsen nasıl olur da bu bahtı, bu talihi kaybedersin?
   Ey güzel huylu, bizzat sen, kendine mal, mülk olursan bunları nasıl olur da kaybedersin... imkân mı var buna?

Süleyman aleyhisselâm’ın Tanrı’nın bildiği hikmetler yüzünden Mescid-i Aksâ’yı yapması ve apaçık olarak melekler’e cin, şeytan ve insanların yardım etmeleri

   Ey Süleyman, Mescid-i Aksâ’yı yap, Belkıs’ın kavmi namaza geldi!
   Süleyman, mescidi yapmağa başlayınca cin ve insan, hepsi işe koyuldu.

1115. Bir bölüğü aşkla, istekle... bir bölüğü istemeyerek işe girişti. Tıpkı kulların Tanrı buyruğuna uymaları, ibadet etmeleri gibi!
   Halk da cinlere benzer... şehvet, onları dükkâna, alışverişe, mahsule ve yiyeceğe çeken zincirdir.
   Bu zincir, korkudan ve şaşkınlıktan yapılmadır... halkı zincirsiz ve hür sanma!
   Bir bölüğünü kazanca, ava çeker... bir bölüğünü madene, denizlere sürükler!
   Onları iyiye, kötüye çeker götürür... Tanrı “ Boynunda liften örülmüş bir ip var...

1120. Boyunlarına bir ip attık...o ipi, huylarından ördük, meydana getirdik...
   Hiçbir pis ve kötü, yahut temiz ve iyi kişi yoktur ki amel defteri boynuna asılmamış olsun “demiştir.
   Kötü işe hırsın, ateşe benzer...kömür, ateşin rengiyle güzelleşir.
   Kömürün karalığı ateşte gizlenir...ateş söndü mü karalık meydana çıkar!
   Kömür, senin hırsından ateş haline geldi, ateş halinde göründü...fakat hırs geçti mi o kömür, kapkara, berbat bir halde kala kalır!

1125. O zaman kömürün ateş gibi görünmesi, işin güzelliğinden değildi, hırs ateşindendi!
   Hırs, senin işini gücünü bezemişti...hırs gidince işin gücün kapkara kalakaldı!
   Şeytan’ın bezediği ekşi otu aptal adam, olmuş ve iti sanır.
   Fakat denedimi ne olduğunu anlar, dişleri kamaşır kalır!
   Heves yüzünden o tuzak tane görünmededir...o esasen hamdır, fakat hırs şeytanın aksi onu güzel gösterir.

1130. Hırsı din işinde ve hayırda ara; din ve hayır işinde haris ol.Bu işler, zaten güzeldir...hırsın geçse bile güzel görünür!
   Hayırlar, esasen güzel ve lâtiftir, başka bir şeyin aksi ile güzel görünmüş değildir.Bu işlerde hırsın parlaklığı geçse bile hayrın letâfeti, hayrın parlaklığı kalır.
   Halbuki dünyâ işinden hırsın parlaklığı gittimi ateşin harareti ve parlaklığı gitmiş, kömür kalmış demektir...tıpkı buna benzer.
   Çocukları da hırs aldatırda zevklerinden bir değneği at yaparlar, eteklerini çemreyip güya ata binerler!
   Fakat çocuktan o kötü hırs geçtimi öbür çocuklara gülesi gelir.

1135. Ben neler yapmışım, ne işlere girişmişim... sirke bana hırsımdan bal görünmüş diye gülmeğe başlar.
   Peygamberlerin yapılarında da hırs yoktu...onun için boyuna parlayıp duruyor, parlaklığı boyuna artıyor.
   Ulular nice mescidler yaptılar...fakat hiçbirinin adı Mescid-i Aksâ değildi.
   Her an şerefi artan Kâbe’nin yüceliği, İbrahim’in ihlaslarındandı!
   O mescidin fazileti, toprağından, taşından değildi... yapıcısında hırs ve savaş yoktu da ondan!

1140. Ne onların kitapları, başkalrının kitaplarına benzer...ne mescidleri, başkalarının mescidlerine, ne alışverişleri, malları mülkleri, başkalarının alışverişine, malına mülküne!
   Ne edepleri başkalarının edepleri gibidir.Ne hiddetleri, azapları başkalarının hiddeti, azabı  gibidir.Uykuları da başkadır, kıyasları da, sözleri de!
   Her birerinin başka bir nuru, feri var... can kuşları uçar ama, başka bir kanatla uçar!
   Gönül, onların halini andıkça titrer durur...onların işleri, bizim işlerimize kıbledir!
   Onların kuşlarının yumurtası altındandır...camları, gece yarısı, seher çağını görür!

1145. O kavmin iyiliğini canla başla ne kadar söylersen söyleyeyim, noksan söylemiş olur; onları noksan övmüş olurum!
   Ey ulular, Mescid-i Aksâ yapın; çünkü Süleyman yine geldi vesselam!
   Bu devlerden, perilerden baş çeken olursa, bütün melekler, onları tutar, bağlar, tomruğa vurur!
   Dev, bir an bile hileye düzene girişir de eğri büğrü yürürse derhal başına şimşek gibi bir kamçıdır gelir!
   Sen de Süleyman’a benzede, devlerin, yapına yardım etsinler, taş kessinler!

1150. Süleyman gibi vesvesesiz, hilesiz ol da cinle dev, seninde buyruğuna uysun!
   Senin hatemin bu gönüldür...aklını başına al da dev, hatemini ağlamasın!
   Avladı, ele geçirdimi artık sana boyuna Süleymanlık eder...hatemli devden sakın vesselâm!
   Gönül, o Süleymanlık gelip geçici bir şey değildir...sen zâhiren de Süleymanlık etme kaabiliyetindesin, içinde de o ehliyet var senin.
   Dev de bir zaman olur, Süleyman’lık eder ama her dokumacı nerden atlas dokuyacak?

1155. Elini oynatır ama ikisinin arasında ne kadar fark var?

Şaire Padişahın ihsanı, Ebülhasan adındaki vezirin o ihsanı arttırması

   Şairin biri, padişahtan elbise almak, rütbeye erişmek, ihsana nail olmak ümidiyle bir şiir yazıp götürdü.
   Padişah ikram sahibiydi, şaire bin kırmızı altın verilmesini, bundan başka daha da ihsanlarda bulunmalarını emretti.
   Veziri dedi ki: Bu pek az... Hiç olmazsa ona o bin altın ver de safayı hatırla gitsin!
   Hattâ böyle bir şaire senin gibi ihsanda avucu denize benzer bir padişahın ona bin altın vermesi bile azdır!

1160. Vezir, padişaha, harmanın onda biri şaire verilsin diye geçmiş padişahların ihsanlarına dair hikâyeler söyledi, hikmetlerden bahsetti.
   Padişâh da şaire on bin altınla değerli elbiseler verdi... şairin içini şükür ve sena yurdu haline getirdi.
   Şair sonradan bu kimin gayretiyle oldu, padişaha benim ehliyetimi kim bildirdi diye araştırdı.
   Dediler ki: adı da Hasan, huyu da Hasen olan vezir yok mu, işte o buna sebep oldu.
   Şair, bunu duyunca veziri methetti, bu hususta uzun bir kaside yazdı, vezirin evine gidip sundu.

1165. (Bu kasidede padişahın methi hiç yoktu. Çünkü padişahın nimetleri, hilâtları, zaten dilsiz, dudaksız, padişahı methedip duruyordu!)

O şairin birkaç yıl sonra yine aynı ihsanlara nail olmak ümidiyle tekrar gelmesi, padişâhın, âdeti veçhile bin dinar verilmesini emretmesi, yine adı Ebülhasan olan yeni vezirin, birçok masraflarımız var, hazine boş, ben onu, bu ihsanın onda biriyle bile hoşnud ederim demesi

   Birkaç yıl sonra şair, yine yok yoksun bir hale düştü, muhtaç oldu... rızıklanmak, ekin parası bulmak ümidiyle,
   Dedi ki: Yokluk ve darlık zamanında sınanmış şeyi aramak, ona başvurmak daha iyi...
   Kerem ve ihsanda sınadığın kapıya gideyim de yine ihtiyacımı arz edeyim.
   Sibeveyh, Allah sözünün manasını anlatırken “Halk, hacet zamanında ona sığınır...

1170. İhtiyaçlarımızı sana arzeder,sana sığınırız...hacetlerimizi senden diler, sen de buluruz demektir” dedi.
   Binlerce akıllı kişi, dert ve ihtiyaç zamanında umumiyetle o tek Tanrı’nın huzurunda ağlar, inler.
   Hiçbir aklı eksik ve deli yoktur ki acizliğini varsın da bir nekese arz etsin!
   Akıllılar, binlerce defa ihtiyaçlarının giderildiğini görmeselerdi hiç o tapıya canla başla giderler miydi?
   Hattâ deniz dalgaları arasındaki bütün balıklar, yücelerde uçan bütün kuşlar bile...

1175. Fil, kurt, avlanan aslan, koca ejderha, karınca, yılan...
   Hattâ toprak, su, yel ve her bir kıvılcım bile kışın da dileğini ondan elde eder, baharda da!
   Bu gökyüzü, her an, yarabbi, beni bir zaman bile aşağılatma diye ona yalvarır...
   Benim direğim, senin korumandadır... bütün gökler sağ elinde dürülmüş, yayılmıştır, der.
   Bu yer, beni su üstünde yükleyen sensin, kararımı elden alma diye niyaz eder.

1180. Hepsi keselerini onun nimetiyle doldurup büzmüşler... hepsi hacet vermeyi ondan öğrenmişlerdir.
   Her peygamber, “Sabır ve namaz hususunda ondan yardım isteyin” diye ondan berat ve ferman getirmiştir.
   Kendinize gelin; ondan isteyin... başkasından değil. Suyu denizde arayın, kuru derede değil!
   Başkasından isteneni de o verir...o kimsenin sana meyleden eline cömertliği ihsan eden yine Allah’tır.
   İtaatından çekineni bile altınlara gark eder, Karun yaparsa itaat eder de ona yüz tutarsan neler yapmaz?

1185. Şair, bir kere daha ihsan sevdasıyla yüzünü o ihsan sahibi padişaha tuttu
   Şairin hediyesi ne olacak? Yeni bir şiir... onu ihsan sahibine götürür, sunar, adeta rehin bırakır!
   İhsan sahipleri, yüzlerce kerem ve cömertlikle altınlar yığarlar, şairleri beklerler.
   Onlarca bir şiir, yüz denk kumaştan daha iyidir... hele denize dalıp da dibinden inciler çıkaran bir şairin şiiri olursa!
   İnsan, önce ekmeğe haristir... çünkü gıda ve ekmek, cana direktir.

1190. Canını avucuna alır da hırsla, ümitle ve yüzlerce hilelere, düzenlere başvurarak çalışıp ekmeğini elde etmeye savaşır.
   Fakat az bir şey elde eder de ekmek için çalışmaya ihtiyacı kalmazsa artık şöhrete, ada sana ve şairlerin methine aşık olur.
   İster ki onlar, kendisinin aslını, faslını övsünler... lûtfunu, ihsanını anlatmada mimberler kursunlar...
   Bu suretle de onun lûtfu, ihsanı, altın bağışlaması, söz arasında amber gibi koksun!
   Tanrı, bizim huyumuzu da kendi huyuna uygun, kendi suretine göre yarattı, bizim vasfımız da onun vasfından bir örnektir.

1195. Yaratıcı Tanrı da, kendisine şükür ve hamd edilmesini ister... bu yüzden insanın huyu da böyledir;o da kendisinin övülmesini diler.
   Hele fazilette çevik ve üstün olan Tanrı eri, sağlam tulum gibi o yelle doludur.
   Fakat insan, o methe lâyık değilse, o methin ehli olmazsa yalancı yel, fayda vermez...tulumu yırtar, patlatır!
   Bu meseli kendiliğimden söylemedim arkadaş; aklın başındaysa ve ehilsen serserice dinleme!
   Bunu hakkındaki hicivleri duyunca, müşriklerin “ Ahmet neden medihten hoşlanıyor, neden medihten memnun oluyor?” dediklerini işitince söyledi.

1200. Şair, ihsan ölmedi ya diye evvelce nail olduğu ihsana şükran olarak yazdığı şiiri alıp padişaha götürdü, sundu.
    İhsan sahipleri öldüler, ihsanları kaldı... ne mutlu o kişiye ki bu merkebi sürdü!
   Zâlimler de ölüp gittiler, fakat yaptıkları zulümler kaldı... vay o cana ki bu hileyi, bu kötülüğü yaptı!
   Peygamber “ Ne mutlu o adama ki dünyadan gitti de ondan iyi bir iş kaldı” demiştir.
   İhsan sahibi öldü ama ihsanı ölmedi ki... Tanrı indinde din ve ihsan, küçük ve değersiz bir şey değildir!

1205. Eyvahlar olsun o kişiye ki kendisi öldü de isyanı kaldı... sakın, öldü de canını kurtardı sanma ha!
   Bırak bunu şimdi...şair, yol üstünde borçlu ve paraya pek ihtiyacı var!
   Şair önceki ihsana nail olurum ümidiyle söylediği şiiri götürüp padişaha sundu.
   Güzelim incilerle dolu olan o lâtif ve nefîs şiiri, evvelki ihsan ve ikramın ümidiyle arz etti.
   Padişahın âdetiydi , yine âdeti veçhile bin altın verin dedi.

1210. Fakat bu sefer bu cömert vezir yücelik Burak’ına binmiş, dünyadan göçüp gitmişti.
   Onun yerine başka birisi vezir olmuştu... bu vezir pek merhametsiz, pek hasisti.
   Dedi ki: Padişahım, masraflarımız var... bir şaire bu kadar ihsanda bulunmak lâyık değil!
   Ben, o şairi bu ihsanın onda on da birinin dörtte biriyle hoşnut ve razı ederim.
   Oradakiler, önce o, padişahtan tam on bin altın almıştı.

1215. Şeker yedikten sonra şeker kamışını nasıl çiğner... padişahtan sonra nasıl olur da dilencilik eder? dediler.
   Vezir dedi ki: Ben onu öyle bir sıkarım ki nihayet beklemeden usanır, bizar olur...
   Yoldan toprak alıp versem yeşillikten gül yaprağı veriyorum gibi kapar.
   Bunu bana bırakın... Bu işte üstadım ben; işe girişen ateş bile olsa ben yatıştırmasını bilirim!
   Süreyya yıldızından saraya dek uçsa yine beni görünce yumuşar!

1220. Padişah, peki dedi... ne yaparsan yap, hüküm senin. Yalnız onu sevindir, çünkü bizim iyiliğimizi söyler.
   Vezir, onu da, onun gibi daha iki yüz tane ümitlenip duran kişiyi de bana bırak sen, dedi.
   Vezir, şairi bekletti durdu... kış geldi geçti de bahar geldi!
   Şair bekleye bekleye ihtiyarladı...bu dertle, bu tedbirle âdeta zebun oldu.
   Dedi ki: Altın yoksa bari bana söv de canımı kurtar, kölen olayım!

1225. Bekleme beni öldürdü, bari git de, yoksul canım rehinden kurtulsun!
   Nihayet vezir, şaire o bin altının onda birinin tam dörtte birini, yani yirmi beş altın verdi... şair derin bir düşünceye daldı.
   Kendi kendisine önce verilen ihsan, hem peşindi, hem de o kadar çoktu. Bu ise hem geç açıldı, hem de açılınca gördüm ki bir deste diken, dedi.
   Şaire dediler ki: O cömert vezir dünyadan gitti, Tanrı rahmet etsin!
   O ihsan, onun yüzünden kat kat artmıştı... onun zamanında ihsanlarda yanlışlık pek az olurdu.

1230. Şimdi o gitti, ihsanı da beraber götürdü... o ölmedi, doğrucası kerem ve ihsan öldü!
   O cömert, o akıllı vezir geçip gitti. Yoksulların derisini yüzen bu vezir gelip çattı.
   Yürü, bunu al da hemencecik bu gece buradan kaç... yoksa bu inatçı, seni yakalar, elindekini de alır!
   Senin bizim çalışmamızdan haberin bile yok...biz, ondan bu hediyeyi de yüzlerce hileye başvurduk da aldık!
   Şair, yüzünü onlara çevirdi de dedi ki: “ Ey beni esirgeyenler, bu kötü vezirler nereden geldi?

1235. Bu insanın elbiselerini soyan vezirin adı ne? Söyleyin bana! Onlar adı “Hasan” dediler.
   Şair, Yarabbi dedi... Onun adı da Hasan, bunun adı da... Ey din Rabbi, yazıklar olsun; nasıl oluyor da ikisinin de adı bir oluyor.
   Onun adı Hasan... fakat onun kaleminin bir yazısıyla yüzlerce cömert kişi padişaha vezir ve muhasip olabilirdi...
   Bunun adı da Hasan... fakat bu Hasan’ın çirkin sakalından yüzlerce ip örebilirsin!
   Padişah, böyle bir vezirin sözünü dinlerse kendisini de rezil rüsvay eder, devletini de!

Bu alçak vezirin, padişahın adamlığını bozma hususundaki kötü reyi Firavun’un kabiliyetini bozan veziri Haman’ın rey ve tedbirine benzer

1240. Firavun, Musa’nın sözlerini işittikçe kaç defa yumuşadı, ram oldu.
   Musa’nın sözleri, öyle sözlerdi ki o eşsiz sözlerin güzelliğini duysa, taştan süt akardı.
   Fakat huyu kinden ibaret olan veziri Haman’la görüşüp danışınca,
   Haman, ona “Şimdiye kadar padişahtın... şimdi bir yamalı hırka giyenin hilesine kapılıp kul mu oldun?” derdi.
   Bu söz, mancınıktan atılan taş gibi gelir, Firavun’un sırçadan yapılma sarayını kırıverirdi!

1245. Güzel sözlü Kelîm’in yüz gün uğraşıp yaptığını o, bir anda yıkar giderdi!
   Senin aklın da vezirdir ve heva ve hevesine mağlûptur... vücudun da Tanrı yolunu kesip durmaktadır...
   Tanrı’ya mensup bir öğütçü, sana öğüt verse o sözü, bir hileyle tesirsiz bırakmakta;
   Bu, yerinde bir söz değil, kendine gel de yerinden, yurdundan olma... iş öyle değil, kendine gel, delirme demektedir.
   Vay o padişaha ki veziri budur... her ikisinin yeri de kin güden cehennemdir.

1250. Ne mutlu o padişaha ki müşkül işe düştü mü elini tutacak Asaf gibi bir veziri vardır.
   Adaletli padişah, Asaf’a eş oldu mu artık adı “Nur üstüne nur” olur...
   “Padişah Süleyman” veziri de Asaf oldu mu nur üstüne nurdur, amber üstüne amber!
   Fakat padişah Firavun, veziri de Haman olursa ikisi de talihsizlikten, kötülükten kaçamazlar, çaresiz perişan olur giderler!
   Karanlıklar üstüne çöken karanlıklara düşerler de ne akıl, onlara yâr olur, ne de kıyamet günü devlete erişirler!

1255. Ben kötülerde kötülükten başka bir şey görmedim... sen gördüysen var selâm söyle!
   Padişah cana benzer, vezir de akla... fesatçı akıl, ruhu kötülüklere götürür.
   Akıl meleği Harut’laşınca yüzlerce kötü kişiye sihir öğretir!
   Cüz’i aklı kendine vezir yapma. Aklı küllü vezir yap padişahım.
   Heva ve hevesini kendine vezir yapma da pak canın namazdan, niyazdan kalmasın.

1260. Çünkü bu heva ve heves, hırslarla doludur ve içinde bulunduğu hali görür... aklın düşüncesiyse din gününün düşüncesidir.
   Aklın gözleri işin sonunu gözetir... akıl, bir gül için diken zahmetini çeker durur!
   Fakat o gül, öyle bir güldür ki ne solar, ne de güzün dökülür... koku almayan her kötü kişinin burnu ondan uzak olsun!

Devin, Süleyman aleyhisselâm’ın makamına geçip oturması ve Süleyman aleyhisselâm işlerine benzer işler yapması,her ikisi arasında görünüp duran fark ve devin,kendisine Davut oğlu Süleyman adını takması

   Aklın varsa başka bir akılla dost ol, görüş, danış!
   İki akılla bir çok belâlardan kurtulur, ayağını göklerin ta yücesine korsun!

1265. Dev kendine Süleyman adını taktı, devleti elde etti, ülkeyi hükmüne aldı.
   Süleyman’ın yaptığı işleri görmüştü, onun gibi hareket ediyordu... fakat iç yüzden yine devliği suratına vurmakta, devliği görünüp durmaktaydı!
   Halk, bu Süleyman’da o nur o temizlik yok; Süleyman’dan Süleyman’a ne farklar var.
   O uyanıklığa benziyordu, buysa derin bir uyku gibi. Âdeta o Hasanla bu Hasan gibi aralarında pek büyük bir fark var diyordu.
   Dev de, “ Tanrı benim şeklimde güzel bir dev yaratmıştır.

1270. Bir dev’e benim suretimi vermiştir; sakın o, sizi aldatmasın.
   Meydana çıkar da Süleyman benim diye dâvaya kalkışırsa sakın onun suretine itibar etmeyin” diyordu.
   Dev, hileyle onlara bu sözleri söylüyordu ama iyi adamların gönüllerinde bunun aksi görünmekteydi.
   İyiyi kötüyü fark eden adamla oyun olmaz; hele o adamın bu fark edişi ve aklı, gaypları görür söylerse!
   Hiçbir büyü hiçbir şeytanlık ve hile,devlet sahibi olanların gönüllerine perde geremez.

1275. Onlar, kendi kendilerine “A eğri sözlü, tersine gidiyorsun...
   Böyle tersine tersine gide gide ,ta cehennemin en dibine kadar gideceksin ya!
   Süleyman, Süleymanlıktan kaldı, yoksul oldu ama alnında o aydın dolunay parlayıp durmada.
   Sen, nihayet bir yüzüktür kapmışsın ama zemheri gibi donmuş kalmış bir cehennemsin yine!
   Biz neredeyiz... ululuk, sayvan ve kök önünde secde etmek nerede? Böyle şeylerin önüne baş komak şöyle dursun, hayvan tırnağını bile komayız biz!

1280. Hattâ gaflete düşer de baş komaya kalkarsak bile bir pençe gelir, başımızı yerden iter, mâni olur...
   Bu aşağılık kişiye baş komayın, kendinize gelin... bu bayağı adama secde etmeyin der” demekteydiler.
   Ben, bu cana canlar katan hikâyeyi anlatmaya kalkardım ama Tanrı gayreti olmasaydı!
   Kanaat et, bu kadarcığını kabul eyle de başka bir vakit bunu anlatayım!
   Dev, adını Süleyman Peygamber taktı ama ancak çoluk çocuğu kandırmak için!

1285. Namuzsuzun suretini, adını bırak... lâkaptan addan kaç, mânaya yürü!
   Onu halinden işinden sor... onu halinde işinde ara!

Süleyman aleyhisselâm’ın,Mescid-i Aksâ bittikten sonra ibadet etmek ve ibadet edenlerle itikâfa girenleri irşat eylemek için her gün mescide gelmesi ve mescidde otlar,kökler bitmesi

   Her sabah Süleyman Mescid-i Aksâ’ya gelir, tam bir ihlâsla Tanrı’ya ibadet ederdi.
   Her gün, mescidde yeni bir otun bittiğini görür, adın nedir, ne faydan var?
   Ne biçim ilâçsın, nesin, sana ne derler... kime ziyansın, faydan kime? diye sorardı.

1290. Her ot, adını, tesirini söyler; “Şuna can’ım, öbürüne zehir...
   Buna zehirim, ona şeker... adım, kader levhinde şudur diye dile gelirdi.
   Doktorlar Süleyman’dan o otu öğrenirler,bilgi sahibi olurlar, ona uyarlardı.
   Bu suretle doktorluk kitapları düzdüler... bedenleri hastalıklardan kurtardılar.
   Bu nücum ve tıp bilgileri, Peygamberlerin vahiyleridir...yoksa akıl ve duygunun o tarafa nereden yolu olacak?

1295. Cüz’i akıl, bir şeyden hüküm çıkaracak akıl değildir. O, ancak fen sahibinden fenni kabul eder, öğrenmeye muhtaçtır.
   Bu akıl, öğrenmeye ve anlamaya kabiliyetlidir. Ama vahiy sahibi ona öğretir.
   Bütün sanatlar, şüphe yok ki önce vahiyden meydana gelir, fakat sonra akıl, onların üstüne bazı şeyler katar!
   Dikkat et de bak! Bizim bu aklımız, hiçbir sanatı, usta olmadıkça öğrenebiliyor mu?
   Hile kılı kırk yarar ama usta olmadıkça hiçbir sanatı elde edemez!

1300. Sanat bilgisi, bu akılla olsaydı ustasız bir sanat meydana gelirdi!

Âlemde mezar kazıcılık ve mezar yokken Kaabil’in mezar kazıcılığını kargadan öğrenmesi

   Mezar kazma, en bayağı bir sanat... düşünceden, düzenden, fikirden doğacak değil ya!
   Fakat Kaabilde bu anlayış olsaydı Hâbili başı üstünde taşır mıydı?
   Ben bu ölüyü, bu kana, toprağa karışmış ölüyü ne yapayım, nasıl yok edeyim der miydi?
   Bir de gördü ki bir karga, ölü bir kargayı ağzına almış, hemen geldi...

1305. Havadan indi Kaabil’e öğretmek için mezar kazıcılığına başladı.
   Tırnaklarıyla yerden bir toz kopardı, yeri kazıp hemen hemen ölü kargayı o mezara koydu;
   Gömüp üstünü toprakla örttü... bu suretle karga, Tanrı ilhamı ile bilgi sahibi oldu.
   Kaabil, bunu görünce yuh olsun benim aklıma dedi... bir karga bile bilgide benden üstün!
   Tanrı, Aklıküll’e “Mazagalbasar” dedi... fakat cüz’i akıl her yana baka durur.

1310. Has kişilerin nuru, Mazagalbasar aklıdır... karga aklıysa ölülere mezar kazma üstadı!
   Karga, ardınca uçan canı nihayet mezarlığa götürür!
   Kendine gel de kargaya benzeyen nefsin ardından koşma...çünkü o,seni mezarlığa götürür,bağa ,bahçeye değil!
   Eğer gideceksengönül ankasının ardından git...Kafdağına,gönül Mescid-i Aksâ’sına var!
   sevdanla her an,senin Mescid-i Aksa’nda yeni bir ot yeni bir kök bitmede!

1315. Süleyman gibi sen de onlara dikkat et... onları izle, onların üstüne ret ayağını koyma!
   Çünkü bu durup duran yeryüzünün halini sana çeşit çeşit otlar anlatır.
   Yerde şeker kamışı mı bitmiş, yoksa alelâde kamış mı... her biten ot, bittiği yerin halini, kabiliyetini bildirir!  
   Gönülden de fikirler biter, gönlün nebatatı da fikirlerdir. Bu fikirler de gönüldeki sırları gösterir.
   Mecliste bana söz söyletecek adam bulsam çimenlik gibi yüz binlerce gül bitiririm.

1320. Fakat söz söylerken de nefes öldüren bir pezevenk olsa gönüldeki nükteler hırsız gibi kaçar.
   Herkesin hareketi kendisini çeken ne yandaysa o taraftadır... doğru adamın çekişi, yalancının çekişine benzemez.
   Gâh sapık bir halde, gâh doğru yolu bulmuş olarak gider durursun...ne seni sürükleyen ip meydandadır, ne çeken adam!
   Kör bir deveye benzersin... boynundaki yular seni yeder durur; fakat sen çekeni gör, yuları değil!
   Çekeni ve yuları görsen senin için bu âlem aldanma yurdu olmazdı.

1325. Kâfir, köpeğin ardına düşüp gittiğini görseydi güçlü kuvvetli Şeytan’a maskara olur muydu hiç?
   Onun ardına bir namussuz gibi düşer miydi hiç? Hemencecik ayağını çeker, kurtulurdu!
   Sığır kasapların ne yapacağını bilseydi hiç onların peşine düşer, dükkâna gider miydi?
   Yâhut ellerinden kepek yer miydi... yâhut da onların yüze gülücüğüne aldanır onlara süt verir miydi?
   Hattâ ot yese bile, neden beslendiğini bilseydi hiç o otu hazmedebilir miydi?

1330. Şu halde âlemin direği gafletten ibarettir...devlet nedir? Dev yani koş kelimesiyle let yani dayak kelimesinden meydana gelme bir kelime!
   Önce koş... koş da sonunda dayak ye! Bu yıkık yerde devlet sahibine eşekçesine ölümden başka hiçbir şey yok!
   Sen, bir işe el atar, o işe iyice sarılırsın...o işteki ayıp ve noksan o anda sana örtülüdür.
   Tanrı, senden o işin ayıbını örttüğünden canla başla o işe girişebilirsin. 
   Hararetle sahip olduğun fikrin de ayıbı senden gizlidir.

1335. Sana o fikirdeki ayıp ve kusur belli olsaydı ondan kaçardın...canın, bu fikirle aramda keşke mağriple maşrik arası kadar uzaklık olsaydı der!
   Nihayet ondan usanır, pişman olursun ya...bu hal, evvel olsaydı hiç ona koşar mıydın?
   Şu halde ona girişelim, kaza ve kadere uygun olarak o işi görelim diye önce ondaki ayıbı, kusuru, bizden gizlemiştir.
   Kaza ve kader, hükmünü izhar edince göz açılır, pişmanlık gelir, çatar!
   Bu pişmanlıkta ayrı bir kaza ve kaderdir...bu pişmanlığı bırak da Tanrı’ya tap!

1340. Pişman olmayı kendine âdet edinirsen boyuna pişman olur durur, nihayet bu pişmanlığı da daha ziyade pişman olursun!
   Ömrünün yarısı perişanlıkta geçer, öbür yarısı da pişmanlıkta heder olur gider!
   Bu fikri, bu pişmanlığı terk et de daha iyi bir hal, daha iyi bir dost ve daha iyi bir iş ara!
   Elinde daha iyi bir iş yoksa pişmanlığın neye? Neyi fevt ettin de pişman oluyorsun ki?
   Eğer biliyorsan bilirsin ki doğru yol, Tanrı’ya tapmaktan ibarettir...yok bilmiyorsan herhangi bir şeyin kötü olduğunu nasıl bilirsin ki?

1345. İyiyi bilmedikçe kötüyü bilemezsin...ey yiğit zıt, zıddıyla görülebilir.
   Mademki bu fikri terk etmekten âcizsin... o vakit günah işlememekten de âcizdin!
   Âciz olduktan sonra pişmanlık neden? O âcizlik, kimin takdiriyle, onu ara!
   Âlemde bir kâdir olmadıkça hiç kimse, ne bir âcizi görmüştür, ne de böyle bir şey olur... bunu böyle bil!
   Böylece, olmasına çalıştığın her isteğin ayıbından bihabersin... onun ayıbı ve noktası, sana örtülüdür!

1350. O istediğin ayıp ve noksanı sana görünseydi canın o araştırmadan kaçıverirdi!
   O işin ayıp ve noksanı sence belli olsaydı seni hiç kimse o işe, hattâ çeke çeke bile götüremezdi!
   Nefret ettiğin öbür iş yok mu? Ondan neden nefret ettin? Çünkü ayıbı, noksanı meydana çıktı da ondan!
   Ey sırları bilen güzel sözlü Tanrı, kötü işlerin ayıbını, noksanını bizden gizleme!
   İyi işleri de bize ayıplı gösterme de o işe gidelim, sarılalım... çalışmamız heba olmasın, gayretimiz soğumasın!

1355. Yüce Süleyman, âdeti veçhile alaca karanlıkta mescide giderdi.
   Her gün, âdeti veçhile mescitten yeniden yeniye hangi ot, hangi kök bitmiş... o padişah,bunu arar araştırırdı. 
   Gönül haktan gizli kalan o otları gizlice can gözüyle görür, tanır.

Sofinin, gül bahçesinde başını dizine dayayıp murakabeye dalması, dostlarının başını kaldır, bahçeyi seyret... Tanrı rahmetinin eserleri olan çiçeklere, kuşlara bak demeleri

   Sofinin biri, bir bağda neşelenip açılmak için soficesine yüzünü dizine dayamış,
   Varlığının ta derinlerine dalmış gitmişti. Her zevekilin biri onun bu uykusundan usandı.

1360. Dedi ki: Ne uyuyorsun ya hu? Bir başını kaldır da üzüm çubuğuna, şu ağaçlara, “Tanrı’nın rahmet eserlerine,yeşilliğe bak !
   Tanrı emrini dinle... Tanrı “ Tanrı’nın rahmet eserlerine bakın” dedi... yüzünü şu rahmet eserlerine çevir, seyret!
   Sofi dedi ki: A heveskâr kişi, Tanrı eserleri gönüldür... dışarıdakilerse ancak ve ancak Tanrı eserlerinin eserleridir.
   Bağlar, bahçeler, yeşillikler, gönüldedir... dışarıdakiyse akarsuya vuran akislere benzer.
   O görünen bağ, suya akseden hayalî bir bağdır... suyun letafeti yüzünden oynar durur!

1365. Bağlar, bahçeler, meyveler, gönüldedir. Onların letafetinin aksi, şu suya toprağa vurmuştur!
   O neşe selvisinin aksi olmasaydı Tanrı bu âleme aldanış yeri demezdi.
   Bu aldanış şudur; yani bu hayal, erlerin, gönülleriyle canlarının aksinden hasıl olmuştur.
   Bütün aldananlar, cennet budur sanarak bu akse gelmişlerdir.
   Asıl bağlardan, bahçelerden kaçarlar da bir hayalle eğlenir kalırlar!

1370. Fakat bu gaflet uykusu başa geldi de uyandılar mı doğruyu görürler ama o görüşte ne fayda var?
   Sonra mezarlığa bir feryad u figandır, bir ahu vahdır düşer... kıyamete kadar bu yanılmalarına hasret çekip dururlar!
   Ne mutlu o kişiye ki ölümden önce öldü... yani bu üzümün aslından bir koku elde etti!

Mescid-i Aksâ’nın bir bucağında keçi boynuzu bitmesi ve Süleyman aleyhisselâm’ın o otla konuşması, Süleyman’a hasiyetini ve adını söyleyince Süleyman’ın gamlanması

   Derken Süleyman bir bucakta başağa benzer bir yeni otun bitmiş olduğunu gördü.
   Yeşil, taze, görülmedik bir ottu bu... âdeta yeşilliği göz alıyordu.

1375. Süleyman, o ota derhal selam verdi; o da selamını aldı; Süleyman, otun güzelliğine şaştı kaldı.
   Dedi ki: adın ne... dilsiz dudaksız söyle bakalım! Ot ey âlem padişahı bana keçiboynuzu derler, dedi.
   Süleyman, sen de ne haysiyet var? Dedi. Ot dedi ki: Bittiğim yer yıkılır viran olur.
   Ben keçiboynuzuyum... bittiğim yer perişan olur; şu suyun, toprağın yıkıcısıyım ben!
   Süleyman, derhal ecelinin geldiğini, göçme vaktinin göründüğünü anladı.

1380. Dedi ki:ben hayatta oldukça şüphe yok ki bu mescit, yeryüzündeki âfetlerden bozulup yıkılmaz.
   Ben yaşadıkça nasıl olurda Mescid-i Aksâ perişan olur, yıkılır gider?
   Şu halde şüphe yok, mescidimiz, ölümümüzden sonra yıkılacak!
   Bedenin secdegâhı olan mescit, gönüldür... kötü dost da her yerde mescitte biten keçiboynuzudur!
   Sende kötü dostun sevgisi peydahlandı mı kendine gel... ondan kaç, onunla az konuş, görüş!

1385. Onu kökünden sök, çıkar ... çünkü biter, boy verirse seni de kökünden söker, mahveder, mescidini de!
   Ey âşık, eğrilik, sana keçiboynuzu gibidir...çocuklar gibi niye eğriliğe doğru gider, sürtünürsün?
   Kendini suçlu bil suçlu gör...korkma da o ders üstadı, senden dersi çalmasın.
   Cahilim, bana öğret demen, bu çeşit insaf sahibi olman, namus ve şeref gözetmenden iyidir!
   Ey yüzü nurlu çocuk, “Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik” demeyi babandan öğren!

1390. O, ne bahaneler buldu, ne hileye kalkıştı, ne de düzen bayrağını yüceltti.
   Fakat İblis, bahse girişte, benzin kırmızı, beni sen sararttın...
   Renk, senin verdiğin renktedir...beni boyayan sensin; suçumun da aslı sensin, uğradığım âfetin, dağlandığım dağın da, dedi!
   Kendine gel de “Rabbi bima agveyteni”yi oku...oku da cebri olma, ters bir kumaş dokumaya kalkışma!
   Cebir ağacına ne vakte dek sıçrayıp çıkacak, ihtiyarını bir yana bırakacaksın?

1395. İblis ve soyu sopu gibi Tanrı ile savaşta, mübahasedesin...
   Eteklerini çemrer de isyana öyle koşar, gidersin... bu kadar hoşlukla, bunca istekle cebir olur muymuş hiç?
   O kadar istekle kim, kötülüğe gider... böyle oynaya oynaya kim sapıklığa koşar?
   Sana başkaları öğüt verdikçe o işin iyiliğini söyler, belki yirmi erle bu hususta savaşa girişir, yirmi ere karşı ayak direrdin!
   Doğrusu budur...yol ancak budur...ve bundan ibarettir; adam olmayandan başka kim beni kınar ki? Dersin!

1400. Mecbur olan adam böyle söz söyler mi? Yolsuz olan kişi, böyle savaşır mı?

AÇIKLAMALAR ( Beyitler  701 - 1400 )

B. 721. Rıdvan, cennete bakan ulu melektir.

B. 723. "Ve Tanrı, kullarını esenlik yurduna çağırır ve dilediğine doğru yolu gösterir" Sure: 10 (Yunus), âyet: 25.

B. 733. İsa'nın doğumundan 584 yıl önce doğan ve 504 yıl önce halk tarafından mabedi yakıldığı zaman mâbediyle beraber yanan, bir rivayete göre de öldürülen meşhur Yunan filozofu Fisagor, Mısır'da tahsil etmiş-ve Yunanistan'da bir tarikat kurmuştu. Fisagor, miraç ettiğini ve gökteki yıldızlarla göklerin döndüğünü gördüğünü, bu dönüşten muazzam ve ilâhi bir ahenk meydana geldiğini ve bu ahengi kendisinin duyduğunu, ruhan yüksek bir dereceye yükselenlerin de miraç edip derecelerince duyabileceklerini söylerdi. Güya musikiyi de Fisagor icadetmiş ve bu ilâhi ahengi esas tutmuş, hiç değilse musikiyi bu ahenge göre islâh etmiştir. Hattâ bu yüzden eskiler musikiye "İlm-i edvar-Devirler, dönüşler bilgisi" derlerdi. Bu musikide esas olan on iki makam, on iki burca, yedi ses, yedi yıldıza, yirmi dört şube yirmi dört saate, kırk sekiz terkip, bir yıldaki kırk sekiz haftaya karşılıktır. Günün muhtelif saatlerinde tesirleri bakımından, dinlenmesi icap eden makamları tâyin ederek cetvel yapanlar bile vardır. Hâsılı yanlış olarak alaturka ve şark musikisi denen musiki, çıkış bakımından şarklı, İranlı yahut Arap olmaktan ziyade Yunanlıdır. Bu maddede Müslüman âlimlerinden, Fisagor'un peygamber olduğunu söyleyenler bulunduğunu da kaydedelim. Bildiğimize göre ilk miraç iddiası da Fisagor'la başlıyor.

B. 760-761. Kur'an'ın son suresi olan "Nâs" suresinde (114)  "De ki nâsın rabbine, padişahına, Tanrısına sığınırım gizli olan vesvese vericiden.."  denmektedir (âyet: 1-4). Bu beyitlerde bu sureden iktibas vardır. Nes-nas, bazılarınca son zamanlarda çıkacak Yecüc ve Mecüc taifesidir.  Bazılarınca insana  benziyen  bir  nevi  hayvandır. Bazılarınca insandır. Hulâsa bu kelime ile adam olmayan adamlar  kastedile  gelmiştir.

B. 763. C. I, S. 60, B. 615 in izahına bakınız.

B. 765-767. C. 2, S. 20, B. 206 nın izahına bakınız.

B. 784-788. Bunlar, önceki ciltlerde birçok defalar geçmiştir.

B. 800. Hamam duvarlarında resimler ve bilhassa insan  resimleri  olduğunu anlıyoruz.  Sadi de böyle söyler.

B. 808. C. l, S. 66, B. 686 ve C. 2 S. 87, B. 946 nın izahlarına bakınız.

B. 853. C. l, S. 60, B. 617 nin izahına bakınız.

B. 867-869. "La ilahe illallah - Tanrı'dan başka yoktur tapacak"  sözü, müslümanlığın esas inanışını bildirir.

B. 872. 27 nci surede Süleyman Peygamber'in karınca vadisine gelince karıncaların beyinin, ey karıncalar, yuvalarınıza girin de Süleyman ve askeri sizi çiğnemesin dediği ve Süleyman'ın bunu anladığı bildirilmektedir. (Ayet: 18-19). Hattâ bu yüzden bu sureye "Karınca - Neml" adı verilmiştir. Eski edebiyatta Süleyman ve karınca, kudret ve aciz sembolüdür.

B. 900. 76 ncı sure (Dehr). "Hel etâ" diye başlar. Gelmedi mi, olmadı mı mânasına gelir. Âyetin mânası şudur: "İnsana, anılmasına imkân olmayan, var olmadığı bir gün, dünyaya gelmediği bir zaman gelmedi mi?" Yani bir zaman olmuştu ki insan yoktu, tabiî anılmıyordu bile!

B. 919. Hatîm, Kabe'nin yanında alçacık bir duvardır. Bu duvarla Kabe arasında kalan yer de Kabe'den sayılır ve hacılar, Kabe'yi tavaf ederlerken, yanî Kabe'nin etrafında yedi kere dönerlerken bu duvarın dışından
geçerler.

B. 948. Uzzâ, Müslüman olmadan önce Arapların Kabe'deki büyük putlarından biridir.

B. 958. Bir peygamberin çağı uzadı, dini bozuldu da diğer bir peygamber de henüz gelmedi mi aradaki bu devre fetret, karışıklık, bozgunluk devri denir.

B. 959. Su bulunmadığı, yahut ancak içecek kadar bulunduğu, yahut da aptes alınırsa sıhhate dokunacağı zaman gusul ve aptes yerine teyemmüm edilir. Avuçları, temiz olan ve ıslak olmayan toprağa vurup yüzü ve kolları sıvazlamak suretiyle yapılır. Toprak bulunmaz, yahut kirli veya yaş olursa vurulunca tozan her temiz şeyle teyemmüm edilebilir. "Su görülünce teyemmüm bozulur" sözü, ata sözlerindendir ve bir şeyi asıl bilen, yapıp çatan çıktı mı o şeyi yapmaya çalışanın işi kalmaz yerinde kullanılır.

B. 982 den sonraki bahis. Abdülmuttalip, H. Muhammed'in atasıdır. H. Muhammed'in babası, Muhammed ana karnında dört aylıkken ölmüştü. Anası da, çocuk yedi yaşına gelince öldü. H. Muhammed'i Abdülmuttalip büyüttü.

B. 999. Halhal, ayağa takılan bileziklerdir.

B. 1044 den sonraki başlık. "Cennete gir dendi mi bu hitaba mazhar olan  der ki: Keşke kavmim, rabbimin beni yarlığadığını ve bana ikramlarda bulunduğunu, beni yücelttiğini  bilseydi!" Sure: 36 (Yasin), âyet: 26-27.

B. 1056. C. l, 73, B. 759 un izahına bakınız.

B. 1069-1073. C. l, S. 27, B. 278-279 un izahına ve C. 2 de S. 102-111 e bakınız.

B. 1088. "Ey inanan kullarım, şüphe yok, benim yeryüzüm geniştir; bana dilediğiniz yerde ibadet edin." Sure: 29 (Ankebut), âyet: 56, "De ki: inanan kullar, Tanrı'dan çekinin. Bu dünyada iyilik edenin iyiliği, ahrete ait bir iyiliktir. Tanrı'nın yeryüzü geniştir. Sabredenlerin ecri hesapsız olarak mutlaka verilecektir" Sure: 39 (Zümer). Ayet: 10.

B. 1119. "Ebuleheb'in karısının boynunda hurma lifinden bir ip vardır." Sure: 111  (Leheb), âyet: 5.

B. 1120. "Şüphe yok ki biz onların boyunlarına zincirler vurduk..  onların zahmetinden  başlarını da indiremezler, gözlerini de yumamazlar"  Sure: 36 (Yasin), âyet: 8.

B. 1121. "Her insanın amelini boynuna astık.. kıyamet  günü  de  dünyada     yaptıklarını apaçık bir kitap olarak ona sunarız." Sure: 17 (Esra), âyet: 13.

B. 1169. Sîbeveyh, Arap "nahiv-gramer" âlimlerinin en büyüklerindendir. Şiraz’a yakın Bayza'da doğmuş, Basra'da yetişmiştir.  Ölümü Hicrî 161 (777-778),  188 (803-804), yahut 194 (809-810)  tarihindedir.

B. 1178. "Bir gün, yani kıyamet günü gökleri, kitap için dürülüp bükülen kâğıt tomarları gibi dürer, bükeriz; yaratışı nasıl başladıysak yine o hale döndürürüz. Bizim vâdimizdir bu ve biz vadimizi yerine getiririz." Sure: 21 (Enbiya),  âyet: 104.  "Halk, Tanrı'yı,  ona lâyık bir  ululukla  ululamadılar, ululuğunu  lâyıkiyle bilemediler.  Halbuki yeryüzü, kıyamet  gününde tamamiyle onun avucundadır ve gökler sağ elinde dürülmüştür. Tanrı, sirk koşanların şirkinden arıdır, yücedir." Sure: 39 (Zümer), âyet: 67.

B. 1181. "Sabretmek ve namaz kılmak için Tanrı'dan yardım dilemeğe kalkışsın.. bunlar, Tanrı'dan korkanlardan başkalarına büyük iştir." Sure: 2 (Bakara), âyet: 45, "Ey inananlar, sabretmek ve namaz kılmak için Tanrı'dan yardım dilemeye kalkışın, şüphe yok ki Tanrı, sabredenlerledir." Ayni sure, âyet: 153.

B. 1198-1199. H. Muhammed, şair Hassan ibn-i Sabit için mescidde bir mimber yaptırmıştı. Hassan, oraya çıkar, müşrikleri  zem, Peygamberi methederdi. Hassan hakkında "Ruhülkudüs, onunladır" dediği gibi yine onun hakkında "Ruhülkudüs sana yardım etsin" demiştir. Kasîde-i Bürde diye anılan kasideyi de şair Kâ'b ibn-i Züheyr yazmış ve bununla, evvelce Peygamber'i hiciv etmişken affedilmişti. Hattâ Peygamber, ona hırkasını hediye etmiş, kaside de bu yüzden "Bürde" yani hırka kasidesi adını almıştır.

B. 1203. "Müslümanlıkta güzel bir âdet, bir yol yordam koyana o iş için ecir verildiği gibi o iş işlendikçe de işleyene verilen ecir gibi o işi koyana ecr vardır ve işleyenlerin ecri de azalmaz. Fakat müslümanlıkta kötü bir iş, bir âdet koyup gideneyse hem o yüzden, hem de işlendikçe işleyenlerin cezasından da bir şey eksilmemek üzere boyuna ceza verilir, suçlu olur." Bu hadisi Müslim, Cerir'den rivayet eder (Ankaravî şerhi, Matbaa-i Amire basımı, S. 251).

B. 1251. "Nur üstüne nur" sure: 24 (Nur), âyeti 35 ten alınmadır.    C. 2, S. 75-76, B. 819-821 in izahına bakınız.

B. 1254. "Kâfirlerin işleri, düz bir yerde görünen seraba benzer, susuz onu su sanır; fakat oraya geldi mi bir şey bulamaz.. yalnız yanında yaptığı şeyleri hesap eden Tanrı'yı bulur ve Tanrı, onun yaptıklarının cezasını tam olarak verir. Tanrı, çabuk hesap görür. Yahut da kâfirlerin işleri, dalga dalga üstüne gelen, üstü de bulutla kaplanmış olan coşkun ve derin bir denizdeki karanlıklara benzer.. bu karanlıkların bir kısmı, bir kısmının üstündedir; bir kısmı, bir kısmını kaplamış, denizi büsbütün karartmıştır. Öyle ki insan elini uzatsa hemen hemen onu bile göremez. Tanrı, kime nur vermediyse ona nur yoktur.” Sure: 20 (Nur), âyet: 40.

B. 1258. Akl-ı cüz'i, akl-ı kül. C. l, S. 186, B. 1899 un izahına bakınız.

B. 1294. Nücum, yani yıldızların vaziyetinden dünya hâdiselerini, neler olacağını, yahut bir şahsın doğumunda yıldızların vaziyetine, yahut da herhangi bir anda yine yıldızların durumuna göre o şahsın ömrünün sonuna kadar, yahut yıldızlara bakıldığı andan itibaren başına neler geleceğini keşfetme bilgisiyle tıp bilgisini peygamberlerin Tanrı vahyiyle koyduklarını söylemektedir. Bu kanaat, Kur'anî bir kanaattir. 37 inci surede (Sâffât) İbrahim Peygamber'in yıldızlara bakıp hastalanmak üzere olduğunu bildiği anlatılmaktadır (âyet: 88-89). Lokman'a da hikmet verildiği 31 inci surede Lokman, (âyet: 12) bildirilmektedir. Halk arasında Lokman'a bütün otların, kendi hassalarını bildirdiği söylenegelmiştir.

B. 1300 den sonraki bahis, Kur'an'ın 5 inci suresinde (Maide) anlatılmaktadır (âyet: 27-31).

B. 109-1310. C. l, S. 392, B. 3949 un izahına bakınız.

B. 1335. "Nihayet günahkâr kişi, kendisiyle düşüp kalkan şeytanla bize gelince şeytan der ki: Keşke benimle senin aranda doğuyla batı arası kadar açıklık olsaydı.. şeytan ne kötü düşüp kalkılacak kişidir ya!" Sure: 43 (Zuhrüf), âyet: 37.

B. 1361. "Tanrı'nın rahmet eserlerine bak, yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltir.. şüphe yok bu, ölüyü de diriltecektir; O, her şeye kadirdir." Sure: (Rum), âyet: 50.

B. 1366. "Herkes, ölümü tadar.. kıyamet günü ecirleri tamamiyle verilir; kim, cehennemden uzaklaşır, cennete alınırsa kurtuldu demektir; dünya yaşayışına, aldanma (gurur) matahından ibarettir." Sure: 3 (Al-i İmran) âyet: 185.

B. 1393. Şeytan'ın Adem'le, Havva'yı kandırdıktan sonra suçunu Tanrı'ya yüklediği ve rahmetten uzaklaştırıldığı için kulları azdıracağını söylediği Kur'anda anlatılmaktadır; sure: 7 (A'raf) âyet: 16-17.